Uzun zamandır böyle. İtinayla ölüyoruz. İç ya da dış
olması çok fark etmeyen mihrakların tuzaklarından yayılan zehirli bir dumanın
peşinde, birbirimize derdimizi anlatacak vakit bile bulamadan kayboluyoruz. Ruhen,
bedenen, fikren yok olmaktan söz ediyorum. Bir insan ne kadar ölebilirse o
kadar ölmekten, her biçimde.
Dizimizin geçen haftaki bölümünde Mahzun Dede’yi
toprağa vermiştik. Gece karanlık, tetiği çeken ve emri verenler geceden
karanlık… Mahzun Dede’yi vurmak yalnızca bir bedeni kurşunlamak değil, bir
milletin kardeşliğini baltalamaktı. Öyle de oldu. Maraş artık eski Maraş değil.
Bu hafta da devam ettik ölmeye. Devrimci grubun Maraş lideri bir polis memurunu
vurdu. Kalbim ağzımda izledim o sahneyi, yalan yok. Tüylerim diken diken, içim
sızlayarak seyrettim. Polis memurunun şehit edildiği meydanda, pastanede
oturmuş tam da hayaller kuracaktı Süleyman Öğretmen ile Hatice. Şehrin
eşkıyalarından ne yaşamaya, ne hayal kurmaya fırsat vardı fakat. Gencecik bir delikanlı
sokak ortasında vuruldu. Ertelenen hayallerin lafı mı olurdu bir daha hiç
atmayacak bir fidanın kalbi yanında? Biz ertelenmeye de varız. Yeter ki gün
doğsun üzerimize, birbirimizin elinden ölmeyelim daha fazla.
Ve sonra yine doymadık ölmeye. Bu kez bedeni sağ
fakat ruhu iflas etmiş üç gencecik insanın işkence sonrası hallerine tanıklık
ettik. Hayalleri, ümitleri, ruhları öldürülmüş üç genç. Biri ülkücü, biri
devrimci, biri devrimciye aşık, ülkücü bir ailenin kızı olan üç genç. Tanıdık
geldi mi? Biziz bu, bildiniz mi? Sistemin çeşit çeşit seçip topladığı,
öldürmeye, tüketmeye doymadığı, bir sağdan, bir soldan asmayı marifet saydığı
özü güzel milletiz. Bu seyrettiğimiz de bizim her açıdan çekilmiş resmimiz.
Tek kişilik sevginin gücü buz dağını eritmeye yetmiyor..
Az ileride birbirinin sevdasına kıyan Cahit Hoca ve
Zehra Hoca’yı görüyoruz. ‘‘Ben dağlıyım, birinin yüzüne iltifat edip yüzden
olmayı beceremem. Hayatta ilk kez ve sadece senden özür diliyorum. Sen yine de
affet’’diyor Cahit Hoca. Haftalardır hüküm süren sessizliğine kalbimize hançer
gibi saplanan bu cümlelerle son veriyor. İnsan aynı yerden vurulur mu? Vurulur.
Zehra’nın cevabı Cahit Hoca’nın hançerinden daha ziyade ağrıtıyor kalbi:
‘‘Keşke Kaf Dağı’ndan olsaydın Cahit, sen buzdağındansın. Af için kalbime
sormaya gerek yok. Aklı ise bir gün sustururum merak etme.’’
Bu da bir çeşit ölmek. Sevdiğinin elinden, birbirini
sevemeden ölmek. Birbirine sevda sözcüğünden çok sitem sözcükleri sıralayarak,
sevdiğinin elinden bir demli çay içemeden ölmek. Vurularak, işkence edilerek,
asılarak değil de yavaş yavaş ölmek. Ömrünün en uzun, ömrünün en kısa yolunu
bir kez yürüyüp, aynı yoldan bir daha geri dönememek. Bu da bir çeşit ölmek. Ağır
ve acılı ve ömür boyu ölmek.
Bayazıt Konaği'nda Türk misafirperverliğinin göz yasartan bir temsili yaşanıyor.
Bütün bu ölmelerin yanında yaşayan öyle bir şey var
ki: O da Bayazıtlar’ın Konağı’ndan yayılan insanlık, kardeşlik kokusu. Onlarca
yıl öteden buralara kadar uzanan, ekrandan koltuğumuza kadar sinen bir koku.
Her okula bir Erdem Hoca kampanyası başlatma teklifimin yanında her şehre bir
Bayazıt Konağı dikmeyi de öneriyorum. İnsanları din, dil, mezhep, ırk ayırt
etmeksizin koruyup kollayan bir büyük ailenin güzelliğinden söz ediyorum.
Evleri yakılan alevi komşularına konağın her santimetrekaresini sunarak
kalenderliğin kitabını yazmaya aday bir insanlıktan söz ediyorum. Evlerinde
ağırlayamadıklarına yemek gönderen, komşusunun, öğrencisinin, sokaktan geçen
herhangi birinin derdiyle dertlenen ve bunca ‘ölmek’ fiilinin yanında en
insancıl haliyle ‘yaşatmak’ fiili misali duran bu aileden pek çok şey
öğrenmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Mevsim kışa döndü. Buralara kar erken düştü bu yıl.
Elli’li yaşlarımda olsaydım bu bilgiden yola çıkarak ‘bu yıl kış sert geçecek’
iddiasında bulunabilirdim. Bunu yapamam. Fakat iddia ediyorum; bu yıl Yedi Güzel Adam’da kış sert geçecek.
Emek veren herkesin eline sağlık.