Defne evini terk ettiğinden beri, her şeye rağmen Ömer’le
ikisinden başka kimsenin olmadığı bir dünya kursunlar istedim. Ağızlarından ilk
çıktığı anda da Roma’ya gitme fikrine bayıldım. Her bir sokağından Ömer’in eski
hatıralarının çıkması ihtimaline ve o evde Ömer’in çok da gurur duymayacağı bir
hayat yaşamış olması gerçeğine rağmen istedim bunu. Ömer’in çok sıkı aile
bağları olmadığı, Defne’ye göre hayatta daha yalnız olduğu için onun Defne’ye
muhtaç halleri yüreğimi sızlatmakla beraber hoşuma da gidiyordu. Şimdi Defne de
yalnız kalıp Ömer’e sığınınca ikisi eşitlenmiş gibi geldi bana. Yepyeni bir
başlangıç yapmaları ve sadece birbirlerine tutunmaları da kulağa romantik
geliyordu. Bu yüzden, Defne’nin köksüz bağsız yaşayarak mutlu olmayacağının
farkında olmama rağmen yine de ısrarla ve koşullar ne olursa olsun o Roma’ya
gitsinler ve çok mutlu olsunlar istedim. Gitmeyeceklerini bile bile istedim,
inşallah kimse onları kalmaya ikna etmez diye geçirdim aklımdan. Defne de orada
Juventus’u tutardı, renklerinden dolayı yabancılık çekmezdi hem. Islak
hamburgeri ben buradan gönderirdim ona.
İnsan içinde bulunduğu koşullarda mutlu değilse ve bir
arayış halindeyse, aslında bulunmadığı yerde daha iyi olacakmış gibi gelir.
Defne’nin gidiş isteğinde ve verilen bu kararda da bu hissiyat mevcuttu. Burada
o kadar yıprandılar ki, onları mutlu eden çoğu şeyin de burada olduğunu
atladılar. Ben de tüm romantikliğimle, onlarla birlikte bunları atlamayı tercih
ettim. Halbuki Defne’yi, Ömer’in Defnesi olmanın yanı sıra, İso’nun Defosu,
Nihan’ın Defonzosu, anneannesinin canının parçası yapan her şey burada. Defne’nin
tüm bunlar olmadan, hatta tüm bunlarla hiçbir iletişimi olmadan, dargın gidişi
onu mutsuz ederdi. Üstelik bu şekilde kuracakları dünya salt Defne’nin
fedakarlığı olurdu. Ve Defne anneannesini, çekirdek team ile geçirdiği anları,
minik İsocuğu özlemeye başladığında, Ömer Sinan'sız kendini eksik hissettiğinde
de sorunlar çıkardı.
Gerçi daha freeshoptan ucuz parfüm bakacaktım ama neyse artık...
“Nereye gitsem yanımda götürüyorum
çilelerimi
Valizimde taşıyorum keşkelerimi, bilelerimi
Havalanmıyor, oyalanmıyor ruhum ne çare
Üstüne hasretle dolduruyorum filelerim”**
Gitselerdi bile, ruhlarının havalanmadığını görünce “Tebdil-i mekanda ferahlık yokmuş aslında.”**
diyeceklerdi. Çünkü o iç huzursuzluğu da onlarla birlikte vizeye, pasaporta
ihtiyaç duymadan Roma’ya uçacaktı. Defne’nin valizindeki keşkeler, bileler
ekstra yük yapacaktı ona. Roma’da çantası hep özlemle dolacaktı. Neriman’ın
acımasız gerçekler kontenjanından yüzümüze vurduğu üzere; güzel anları,
mutluluğu paylaşacak kimseyi bulamamaları çok koyacaktı. Kalbi Ömer'in yanındayken aklı ailesinde kalan yarım Defne, ne kendini ne de Ömer'i mutlu edebilirdi. Keşke gidip de
arkalarında bıraktıklarının eksikliğini hiç hissetmeden mutlu olabilmenin bir
formülü olsaydı, ama maalesef ki yok.
Yaşanamamışlıklarda, eksik kalanlarda mekanın bir suçu yoktu
aslında. Mekandaki kişilerin etkileriydi tüm olanlar. Dolayısıyla çözüm de onların
bulunduğu yeri terk etmek değil, o kişilerin, ikili ilişki üzerindeki kötü etkilerine
kendilerini kapatmak. Veya belki de o kişilerle(Bkz; anneanne) iletişim kurup,
ilişkilerini negatif etkileyen düşüncelerini değiştirmeye çalışmak. Mesela
Ömer’in Topal ailesine gidip Defne’yi bundan sonra mutlu edeceğine söz vermesi
bunun için ilk adım olabilir. Madem sadece Defne’nin mutluluğunu düşünüyor…
Defne’nin yüzü kocaman güldükten sonra da, taksınlar sırt çantalarını, o Roma
senin, bu Vietnam benim gezsinler.
Beni hemen buraya ışınlayın! Gıybet de yemekler de şahane!
Ben bu dizide hiçbir zaman olağan dışı, dev sorunlarımızın
olmamasını, sakin anlarda gönlümün dinlenmesini, ruhumun arınmasını sevdim. Hikayenin
kendi özüne uygun dinginliğini de çok seviyorum lakin sahnelerdeki dingin hal, çekimden veya kurgudan ötürü
biraz sıkıcılığa doğru yol almaya başladı sanki. Oysaki Neriman ve Koray’ın
dansı gibi ritmi yüksek, enerjik olsunlar istiyorum. Somutlaştırmam gerekirse,
8. bölümdeki Defne ve Koriş’in çekim macerasında sahne su gibi akıp gitmişti
mesela. Bu haftaki sohbetlerinde ise bir durağanlık vardı. Halbuki bu iki zıt
karakterin sohbeti, birbiriyle anlaş(ama)maları ne kadar da eğlenceli oluyor.
Biraz tempo hocam, Allah aşkına! Ama tempodan kastım da sahneler arasındaki bam
güm geçişler değil. Sanırım kurgu masası ısındıkça daha iyi çalışıyor. Çünkü iki
haftadır, bölümün ilk 15-20 dakikasına bahçe makasıyla dalıyorlarmış gibi
hissediyorum. Ondan sonrasında pek sıkıntı yok ama başlardaki bu geçişler
nedeniyle sahnenin duygusunu hissedemeden yiyip bitirmiş oluyoruz. Bu kadar küt
değil, biraz daha yumuşak geçişler lütfen.
Hulusi Amca’nın mirasını gözlerini bile kırpmadan
reddettiklerinde Defne de Ömer de aynı vicdan yastığına baş koyuyorlar
demiştim. O yüzden gönülleri bu kadar rahat uyuyorlardı. Şimdiyse o koskocaman
yataklarında Ömer, Defne'sinin yanına sokulup aynı yastığa baş koymayı tercih
ettiğine göre bunun gereğini de yerine getirir dilerim ki. Sonra da bir
yastıkta kocasınlar işte…
*Metin Altıok, Sonludur aşk da
**Sezen Aksu, Tebdil-i mekan