Eski zamanlarda, insanların yatakla aynı genişlikte tek bir
yastık kullandıkları dönemlerde, yeni evlenen çiftlere “Bir yastıkta kocayın
inşallah.” şeklinde güzel bir temenni var idi. Bu sözün, yastığın somut olarak
tekliğini yansıtmasının yanı sıra, çiftin arasındaki en uzak mesafenin de o
yastığın iki ucu kadar olması dilenir ve hayatlarının birliğiyle ortaklığı
vurgulanır bence. Yastıkların ikili olduğu, bırakın bir yastığı, koca bir
yorganın bile paylaşılamadığı dönemlerle, bireysellik ve bencilliğin
karıştırıldığı dönemlerin aşağı yukarı aynı zamana rastlaması bir tesadüf müdür
bilemeyeceğim ama ben bu bir yastıkta yatma nostaljisinin içerdiği anlamları
severim.
Bir yastıkta demek; hayatın bütün irili ufaklı tüm
noktalarını paylaşmak demektir. Farklı metabolizmaların insanıyken ortak bir
kahvaltı saatinde buluşmaktır. Eve gelince anında üstünü değiştirmelere, dolap
kapaklarını açık bırakmalara, diş fırçalarken koridorda dolaşmalara alışamamaya
rağmen tüm bunlardan keyif almaktır. On beş dakika camın önünde elinde kahveyle
dışarıyı seyreden sevgiline hayran olmaktır. Sabahlarını paylaşma hakkına sahip
olma şansının kıymetini bilmektir. Tüm bu güzelliklerin yanında, birlikte
yaşlanmalarına kadar geçecek uzun sürede başlarına gelebilecek problemlere birlikte
göğüs germektir. Çünkü hayat dikensiz bir gül bahçesi değildir.
Ders çalışmamak için yapılan anlamsız hareketler.(Temsili)
Defne ailesinin gül bahçesini terk edip Ömer’e sığınmışken,
orada kendi bahçelerini bir başına bekleme hali çok içimi acıttı benim. O öyle
bir yalnızlıktı ki; Koriş’in boynuna sarıldı resmen, çünkü onun içi boş
sohbetlerine bile muhtaçtı. Kalbinin çarptığı ülkeye yerleşmişken, Koriş’in de
dediği gibi adeta haymatlos kaldı Defne; uyruksuz, vatansız, kimsesiz. Yani
Defne Ömer’i arayıp, zamanında onun kendisine dediği gibi, “Bir tek sana ihtiyacım
var, sen de yoksun.” diye sitem etse yeriydi. Anneannesiyle arası bozuk, bütün
ailesiyle küs, İsodan da uzak… Defne tüm bunları Ömer’le olabilmek için
yapmışken, Ömer’in Defne ve ailesi arasında ara buluculuk rolünü üstlenmesi bir
yana, üstüne bir de ortadan kayboldu. Ne gereği vardı Ömer’in kendi derdini, kendi
başına çözmesinin? Hayat bu, ileride başka sorunlar da olacak ve her
sıkıntısında böyle duvarlar mı örecek Ömer? Her seferinde Defne hiçbir şey
sormayarak onu rahat bırakıp, bir köşede içi içini yiyerek oturacak mı? İnsan
içi olan kadına içini neden açmaz ki?
“Burada olman şahane.
Sanki eksik olan bir tek senin varlığınmış gibi. Yani yeni yeni anlıyorum. Bir
türlü ait hissetmiyorum kendimi buraya. Yani hissetmiyordum. Hiç benim evim
gibi gelmiyordu ama şimdi benim evim burası, yani bizim evimiz, sen buradasın
ya… Sabahları beraber uyanıyoruz, sonra akşamları yine beraberiz. Mutluyum ben
Defne.”
Bana göre eyleme dökmek, her zaman sözcüklerden daha
önemlidir. Ömer’in şu cümleleriyle, Defne’yle tamamlandığına ikna oluyorum ben.
Zaten her sarıldıklarında, görsel olarak birbirlerini tamamlamaları da bunu
pekiştiriyor. “Senin girdilerin
çıktılarım benim, doğrusu uygundu birbirine/Yan yana gelince bir resmi
tamamlayan.”* Şükrü Abi de zıtlıklarıyla birbirlerini tamamladıklarına
vurgu yaparak beni destekledi. Ama sadece güzel anlarda tamamlanmak yetmez.
Mevzu tamamlanmaksa, dertleri sorunları paylaşmak da vardır bunun içinde. Bir
yastıkta olmak, derdi sıkıntıyı paylaşmayı, el ele bir çıkış yolu aramayı
gerektirir. Çıkış yolu yoksa da birbirinden güç alırlar hiç değilse. Nasıl ki
Ömer, Defne’nin mutluluğunu ön plana koyup bunun için gerekirse uzaya bile
gitmeyi göze alıyorsa(^^), Defne’ye de bu sevdiğine destek olma şansı
tanınmalı.
"Telefonun başında çaresiz bekliyorum, bekliyorum ama çalmayacak biliyorum."
Ayrıca Defne konudan “Bir şey yok, iyiyim merak etme.” diye diye
dışlandığında, bir izleyici olarak ben de dışlanmış gibi hissediyorum, Ömer’in
sırrının içine giremiyorum. Ortada bir gerilim var ve ben Ömer’in arabayı
delice kullandığı flashbacklerdeki gibi ucundan kıyısından izlesem, peşine
takılıp heyecanlanırım, meraklanırım. Ama durumun üstü Defne gibi bana da
tamamen kapalı. Bir tek Ömer biliyor ve bizi de içeri almıyor. O zaman da ben
varlığının sadece negatif taraflarını hissettiğim bu sırrı içselleştiremiyorum.
Halbuki madem ortada bir sorun var, ben bunun içine tam manasıyla girmek
istiyorum. Sorunsa sorun, dramsa dram tam yaşayalım. Ömer’in sırrının sadece Defne’deki
yansımasını izlemek de kesmiyor beni, eksik kalıyorum. Mevzu Ömer olduğu için
sadece ona odaklanalım da demiyorum ama denge bozulmasın. Bu sır konusunda Ömer
bir alacağın aslı ise Defne de onun faizi konumunda; asıl alacağa bağlı, ondan
etkilenen. Ama bize yansıyan asıl alacak ortada yokken, sadece faizin ödenmesi
gibi bir tuhaflık.
Ömer’in sırrını tam manasıyla öğrenmediğimiz için, henüz
işin içinde bizim bilmediğimiz kısımlar vardır, belki haklıdır diye düşünerek
serzenişime burada son veriyorum. Haftaya –inşallah artık haftaya- tatmin edici
bir şekilde durum açıklığa kavuşur.
Yazı devam ediyor...