Biliyordum ya biliyordum!
Haftalardır Kemal’in yansıttığı aşık portresinin, sırf Nihan’ı etkilemek, ondan
intikam almak için olmadığını biliyordum! Bu hatayı yalnızca 37.bölümde,
Nihan’ın kadınlık gururunu kırarak yapmış ve onu bir kere kendinden çok
uzaklara göndermişti. Ondan sonra Nihan’a her yaklaşması gerçekti, her sözü aşk
itirafıydı. Öyle kendine engel olamadığı için ağzından kaçırmış filan da
değildi, hepsini bile isteye sarf etmişti. Nihan ise yaşadığı o kötü tecrübe
üzerine, Kemal’in sözlerine inanıp ona yeniden kapılmaktan korkuyordu. Ona
baktığında gerçek olup olmadığını anlayamadığını ve bu yüzden de ona
inanmadığını söylemişti ya. Ama sonunda haksız çıktı işte ve o bu haksızlığına,
en az benim kendi haklılığıma sevindiğim kadar sevindi. “Oyun değilmiş!” Bu aydınlanma sadece son Emir atağı konusunda
değildi bence; içinde, önceki tüm yakınlaşmaları kapsayan bir sevinç ve
şükretme halini de barındırıyordu.
Ben zaten Kemal’in Nihan’ın canını
yakamayacağından emindim, en büyük aşkın zerrelerini içinde barındıran küçük
aşkının canını yakmaması için Ayhan’dan öğüt almasına bile gerek yoktu aslında.
Çünkü onun Nihan’a duyduğu aşk hep sabit. Zehir bunun tespitini o kadar güzel
yaptı ki bu bölümde, en çok beğendiğim replik olarak seçebilirim. “Sen istesen dünyanın tersini yüzüne çevirirsin
ama Nihan hep ekvator çizgisi gibi, hep aynı yerde.” Ekvator çizgisi diye
bir şey yok aslında. Tüm o çizgiler, paraleller, meridyenler hep bizim
uydurmamız, dünya öyle portakal gibi dilim dilim ayrılmış vaziyette değil. Ama
kendimize belli çizgiler koymuşuz ve o koyduğumuz kesin çizgilere göre
konumlanıyoruz. Onları oynatmak mümkün değil, sadece kendimiz onlara ayak
uydurabiliriz. Kara sevda dediğimiz de zaten tam olarak böyle bir şey değil mi?
Ne olursa olsun yeri değişmeyen, oynamayan, etkisi azalmayan, bizi yönlendiren…
Aşkını inançla savunan aşık Kemal’i çok sevdiğimi hep söylüyorum. Nihan’ın da
onu her ne sebeple olursa olsun istediğini bildiği sürece, onun da Nihan’ı
yanında istemesi tam Kemallik bir hareket aslında. Ortada henüz geçmemiş bir
sevda varsa ısrar etmek en güzeli. Yürü be Kemal, ben arkandayım!

Bir el atsana Zehir, tek başıma itemiyorum duvarı!
“Düşün düşün aşamıyorum
engelleri
Varamıyorum yanına çarelerin
Yıkıl duvar göremiyorum enginleri
Gidemiyorum bırakıp uzaklara”*
Vazgeçilemez ve karşı konulamaz
bir aşkla, sarsılmaz kale gibi inançla bir seviyor Kemal. Tüm ızdırabına,
umutsuzluğuna, “Aşamıyorum, geçemiyorum,
bırakıp gidemiyorum… Kalbe hüküm geçmiyor!” isyanına rağmen böylesine dolu
dolu sevmek ve sevilmek büyük bir nimet aslında. O da bunun farkında, “Şu
dakika sana Nihan’ı unutma imkanını ve teknolojisini sunuyoruz.” desek asla
kabul etmez, çünkü hâlâ onun bir selamına yeniliyor. Nihan’la olmadığı sürece
göreceği enginlerin onun için bir kıymeti yok ki. Ama öte yandan savaşıp
savaşıp sonunda hep bir duvara çarpmak, hep o duvarla baş başa kalmak,
çarelerin yanına varamamak da yorar insanı elbette. Yine de bir umut ışığımız var;
Kemal’in tek isteği olan, çaldığında Nihan’ın açıp onu içeri almasını dilediği kapıyı
kızı Deniz açacak ona o koskocaman duvarda.
Kemal’in Deniz’e pamuk prenses diye hitap etmesi,
annesi onu babasının kucağından aldığında Deniz’in ağlaması derken, farkında
olmadan baba-kız arasında o tatlı iletişim kuruluyor gibi. Bir güzelim anne-kız
görüntüsüne, bir elindeki tektaşa bakarak “Ah bee…” dercesine o evin önünde
duruşu içimi acıttı resmen. Her şey çok farklı olabilirdi; o yüzük Nihan’ın
parmağında olabilirdi, Kemal o güzel tablonun içinde yerini alıp onlara
sarılabilirdi, Deniz Kemal’in kucağında uyuyabilirdi. Sonsuz ihtimaller
silsilesi… Onca çabaya rağmen değiştiremediği makus talihine küsmesin de ne
yapsın bu adam? Yine iyi bile dayanıyor, hâlâ mücadeleye devam ediyor.
Yazı devam ediyor...