Her şeye rağmen "eskisi gibi" <3
Eskisi gibi..

Mesela eski olan her zaman iyi midir?
Ya da geride kalan her şey doğası gereği eskimeye mahkum mudur?
Bir şeyin eskisi gibi olması iyi midir yoksa geçmişte kalmasının verdiği huzursuzlukla kötü müdür?

Bu soruların her birinin cevabı var mı yok mu bilmiyorum. Hatta belki birden fazla cevapla karşılaşırız. Yalnız bildiğim tek bir şey var.. İnsanın eskiye sahip çıkma dürtüsü. Eski olan, sığındığımız limandır, kokusuna aşina olduğumuz bir kucaktır ya da bazen tadı damağımızda kalan bir pazı sarmasıdır. Aşina olduğumuz bu duyguları kaybedince eskide kaldığını zannedip, yeni olana şüpheyle de olsa yaklaşırız. Ancak üstüne aşk sinmiş bu eskiler, hep yeni hep taze kalacaktır..

Defne ve Ömer Manu’daki o ilk öpücükten sonra eskiye veda edip, onlara gülümseyerek bakan yeniliğe yürüdüler. Eski Ömer Beyler esen rüzgarın getirdiği defne kokusu ile yavaş yavaş eritti buzlarını. Defne için de bu kadar pembe bir dünya isterdim ancak onun üstünde hep kara bulutlar dolaştı. Fakat her ne olursa olsun, birlikte yeni oldular. Birbirleri sayesinde aşk ile tanışan Defne ve Ömer.. Hangi güç onları birbirlerini tanımadan önceki hallerine döndürebilir ki? Bununla beraber birbirlerine bu kadar bağlı iki aşığın aralarındaki bağ da eskimez. Çünkü bazı şeyler eskiyemez. Her ayrılık onları eskitecekmiş gibi korkuturken, “Ya bir gün çıkıp gelse şu köşenin ardından.” sorusunun heyecanı, o bağı hep yeni bırakır. Her yeniliğin içinde eser miktarda da olsa bulunan “Eskiden takılıp kaldıklarımız.” aşkın büyüsüdür. Aşkın başka bir kerametini de bu olsa gerek..


"Farkında mısın?"

Geçmişte kalan ama asla eskimeyecek olan "Albertine Kayıp." meselesine gelirsek.. Düşünüyorum.. Defne kitabı ilk gördüğünde neden aklına ilk gelenin yanına gidemedi? Neden karşısına çıkıp "Bana bu kitabı sen mi aldın?" diye soramadı. Aşklarının adeta küçük bir önizlemesi olan kitabı nasıl olur da Ömer'den başka birinin alabileceğini düşündü? Mesela o merdivenleri heyecanla çıkarken onu durduran ne oldu? Tam da bunu düşünürken, -ateşe uçan kelebeğin- hikayesi geldi aklıma. Tanır mısınız o kelebeği?  Hani şu kısacık ömrünü bile isteye aşık olduğu ateşe koşarak geçiren kelebek.. O kelebeğin doğru ya da yanlış mı yaptığını düşünmeyeceğim. Ben o kelebeğin aşkı için ateşe yürümesinin, aşkını kendinden çok düşünmesini düşüneceğim. Defne o kelebeğin ta kendisi, ateşe o kadar gidip geldi ki artık attığı her adımdan korkması çok normal. İşte heyecanla çıktığı o merdivenlerden de o korkuyla geri döndü. Ateşe düşmekten korkmasına kızmadım, kızamadım. Ömer ise, şahane anların peşini bırakmamakta kararlı. Olması gerektiği gibi ilerliyor her şey. Hatta bazen bir oyun kurucunun(!) sihirli dokunuşları ile yönlerini bulacaklarını düşünüyor, mutlu oluyorum. Ancak Ömer... Defne’yi sevmenin bir lütuf olmadığını anlaman lazım. Tıpkı “Engel kalmadı artık.” dediğinde Defne’nin senin kollarına atlamayacağını anlaman gerektiği gibi. Bu noktada -senin kusursuzluğuna (!) ters gelecek olsa bile- Pamir’e bak derim. Ona bu kadar sinirlenmenin nedeni doğru söylüyor olması olabilir mi? Ya da lunaparklara en az senin kadar uzak olmasına rağmen Defne ile vakit geçirmesine kızmak yerine ben neden yapmadım, yapamadım de. İşte tüm bu sorgulamalar senin şahane ana varma yolunda kestirmelerin olacak..

Yazı devam ediyor...
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER