Eskisi gibi..
Mesela eski olan her zaman iyi midir?
Ya da geride kalan her şey doğası gereği eskimeye mahkum
mudur?
Bir şeyin eskisi gibi olması iyi midir yoksa geçmişte kalmasının
verdiği huzursuzlukla kötü müdür?
Bu soruların her birinin cevabı var mı yok mu bilmiyorum. Hatta belki birden fazla cevapla karşılaşırız. Yalnız bildiğim tek bir şey var.. İnsanın eskiye sahip çıkma dürtüsü. Eski olan, sığındığımız limandır, kokusuna aşina olduğumuz bir kucaktır ya da bazen tadı damağımızda kalan bir pazı sarmasıdır. Aşina olduğumuz bu duyguları kaybedince eskide kaldığını zannedip, yeni olana şüpheyle de olsa yaklaşırız. Ancak üstüne aşk sinmiş bu eskiler, hep yeni hep taze kalacaktır..
Defne ve Ömer Manu’daki
o ilk öpücükten sonra eskiye veda edip, onlara gülümseyerek bakan yeniliğe
yürüdüler. Eski Ömer Beyler esen
rüzgarın getirdiği defne kokusu ile yavaş yavaş eritti buzlarını. Defne için de
bu kadar pembe bir dünya isterdim ancak onun üstünde hep kara bulutlar dolaştı.
Fakat her ne olursa olsun, birlikte yeni oldular. Birbirleri sayesinde aşk ile tanışan Defne ve
Ömer.. Hangi güç onları birbirlerini tanımadan önceki hallerine döndürebilir
ki? Bununla beraber birbirlerine bu kadar bağlı iki aşığın aralarındaki bağ da
eskimez. Çünkü bazı şeyler eskiyemez. Her ayrılık onları eskitecekmiş gibi
korkuturken, “Ya bir gün çıkıp gelse şu köşenin ardından.” sorusunun heyecanı, o
bağı hep yeni bırakır. Her yeniliğin içinde eser miktarda da olsa bulunan “Eskiden
takılıp kaldıklarımız.” aşkın büyüsüdür. Aşkın başka bir kerametini de bu olsa
gerek..
"Farkında mısın?"
Geçmişte kalan ama asla eskimeyecek olan "Albertine Kayıp." meselesine gelirsek.. Düşünüyorum.. Defne kitabı ilk gördüğünde neden aklına ilk
gelenin yanına gidemedi? Neden karşısına çıkıp "Bana bu kitabı sen mi
aldın?" diye soramadı. Aşklarının adeta küçük bir önizlemesi olan kitabı
nasıl olur da Ömer'den başka birinin alabileceğini düşündü? Mesela o merdivenleri
heyecanla çıkarken onu durduran ne oldu? Tam da bunu düşünürken, -ateşe uçan
kelebeğin- hikayesi geldi aklıma. Tanır mısınız o kelebeği? Hani şu kısacık ömrünü bile isteye aşık olduğu
ateşe koşarak geçiren kelebek.. O kelebeğin doğru ya da yanlış mı yaptığını
düşünmeyeceğim. Ben o kelebeğin aşkı için ateşe yürümesinin, aşkını kendinden
çok düşünmesini düşüneceğim. Defne o kelebeğin ta kendisi, ateşe o kadar gidip
geldi ki artık attığı her adımdan korkması çok normal. İşte heyecanla çıktığı o
merdivenlerden de o korkuyla geri döndü. Ateşe düşmekten korkmasına kızmadım,
kızamadım. Ömer ise, şahane anların
peşini bırakmamakta kararlı. Olması gerektiği gibi ilerliyor her şey. Hatta
bazen bir oyun kurucunun(!) sihirli dokunuşları ile yönlerini bulacaklarını
düşünüyor, mutlu oluyorum. Ancak Ömer... Defne’yi sevmenin bir lütuf olmadığını
anlaman lazım. Tıpkı “Engel kalmadı artık.” dediğinde Defne’nin senin kollarına
atlamayacağını anlaman gerektiği gibi. Bu noktada -senin kusursuzluğuna (!) ters gelecek olsa
bile- Pamir’e bak derim. Ona bu kadar sinirlenmenin nedeni doğru söylüyor
olması olabilir mi? Ya da lunaparklara en az senin kadar uzak olmasına rağmen
Defne ile vakit geçirmesine kızmak yerine ben neden yapmadım, yapamadım
de. İşte tüm bu sorgulamalar senin
şahane ana varma yolunda kestirmelerin olacak..
Yazı devam ediyor...