Psikolog
Robert Sternberg’a göre aşk üç bağlamdan oluşur; yakınlık, bağlılık ve tutku. Buna “aşkın üçgen teorisi” diyen Sternberg'in satırlarına bakmaya devam edelim.
"Eğer bu üçünden biri yok olursa aşk
biter. Aşk ilk önce samimiyetle başlar ve samimiyet ön plana çıkar. Daha sonra âşık
olunan kişi ile gülüşmeler ve selamlaşmalar başlar. Böylece yakınlık ve sohbet doğar.
İşte aşkın üç bağından biri oluşmuş olur. Yakınlık kurulur. Daha sonra
arkadaşlık duygusu kazanılır. Sır veya özel bir paylaşım olduysa ikinci bağ da
kurulmuş demektir. Son aşama artık arkadaşlıkla olacak bir şey değil itiraf
edilmesi gerekir. Sevdiğini ve hoşlandığını direkt söylemeye gerek yok. Gerçekten
birbirini seviyorlarsa son aşamaya geçilebilir. Ve aşkın en son aşaması tutku! Aşkın
son ve yaygın şeklidir. Bazı
aşklar ölümle veya cinayetle sonuçlanabilir. Genellikle aşk cinayetlerinin kurbanı
kadınlar olur. Cinayetlerin çoğu aldatılma veya terk edilme sonucu işlenir. Aşk
sosyolojik açıdan küçümsenecek bir şey değildir.”
Gülru
ve Ömer’in ilk bölümdeki papatya kazasını düşündüğümüz zaman, R. Sternberg’in
tanımını yaptığı “Aşkın Üçgen Teorisi”ne (çiftimiz bu sıralamayı her ne kadar
şaşırsa da) birebir şahit olduk. Hatırlarsanız onların birbiriyle ilk temasları,
Gülru’nun bütün sırlarını bir avazda Ömer’e söylemesiyle başlamıştı. Ardından
gülüşmeler, samimiyet ve daha sonra aralarındaki kuvvetli çekim ilişkilerini
arkadaşlığa kadar itmişti. Tek bir adım kalmıştı. Tutku! İkisinin de
ilerlemeyen, olduğu yerde sayan ilişkisi(zliği) devam ediyordu. Ama tutku
uslanmayan bir çocuk gibidir. Söz geçirmek neredeyse imkânsızdır. Onlar için de
öyle oldu ve geçen bölüm (izleyenlerin de muradına erdiği) güzel bir sahneyle
vuslata erdiklerini gördük.

Nefretim gölgen gibi peşinde olacak!
Aşkı böyle tanımlarken olması gereken bir kuram daha var.
Nefret! Aşk ve nefret, kuzey ve güney, soğuk ve sıcak veya pozitif ve negatif
kavramları gibi birbirine zıttır. Biri olmazsa diğeri eksik kalır. Her ikisi
de olduğunda bir bütün olurlar, fakat bu defa da arada bir engel olur. Peyami
Safa, Yalnızız romanında bu iki
kavram arasındaki bıçak sırtı kadar hayati önem taşıyan konuya şöyle açıklık
getirmiştir; “Sevgi ile
Nefret arasında çok ince bir çizgi vardır. Birisinden nefret ediyorsanız ve bir
gün onu yenemeyeceğinizi anladığınız zaman onu sevmeye başlarsınız. Ve yine
birisini seviyorsanız ve bir gün onu yenebileceğinizi düşündüğünüz zaman ondan
nefret etmeye başlarsınız.” Yine
aynı romanda bu defa yazar şöyle der; “Âşıklara haber vermek isterim: Kalbin
tüm meseleleri yalnız kalpte halledilir, çünkü bir hissin hakkından ancak başka
bir his gelir. Ümitsiz bir aşkın panzehiri ise nefrettir.”

Kimse bana yamuk yapamaz (plakam bile).
Mert’le
Gülru’nun da panzehiri nefret’ti. Ve Gülru, Mert’i yenebileceğini düşündüğü anda
ondan nefret etmeye başladı. Kalbinde Mert’i bitirmişti. Çünkü aşka olan
inancını Ömer’in şefkatli kollarında ve anlayışlı bakışlarında buldu. Bir
şeyler paylaşabileceği, onu anlayan ve ona güvenen, koşulsuz arkasında duran
birinden sevmeyi öğrendi. Mert aynı hisleri Gülru’ya ömrü boyunca vermeyi vaat
eden biri olmadı. Babasının dolduruşuyla soluğu defilenin olduğu mekânda aldı.
Tüm teşkilat düzeneğini de beraberinde getirdi. Mert’in mayası sağlam değil.
Zaafları var. Annesinden bahsedince akan sularını durdurup, diğer her şey için
dünyayı yakarım türünde hiddeti var.
“White Rose” mahlaslı tasarımcının Gülru olduğunu öğrenen Gülfem.
Ömer, apar topar Gülfem’i eve götürdü. Odasına geldiğinde savaşı kaybetmiş,
hezimete uğramıştı. Dünya durmuştu ve dönmüyordu. Nitekim düşünceleri çizim
yapmasına bile engel oldu. Gülfem, Cihan’ın kendine güveni yerine gelsin diye "Hiçbir
kız güçsüz erkek olsun istemez. Güçsüz olmamalısın bla bla bla..." gibi cesaret
sözcükleri dağıttı. Bir bakıma haklıydı. Gülru saplantısıyla yaşayıp, hayatını
idame ettiremezdi. Küçük küçük erkeklik tüyoları veriyor ve Cihan da onu
dinliyordu. Gülru’nun kaçırıldığını öğrendiğinde güçsüz bir erkek olmanın ne
anlama geldiğini öğrendi.

Ümit vaat eden genç yetenek kaçırıldı...
Evdekiler,
Gülru’nun yokluğunu hissettiğinde atı alan çoktan Üsküdar'ı geçmişti. Bilirsiniz
ki kötü haber tez duyulur. Salih Efendi haricinde durumdan herkesin haberi
olmuştu. Kızlar, babalarına Gülru’nun Mert tarafından kaçırıldığını söyleyeceği
an Gülfem geldi ve patavatsız-lığıyla yine bir aile faciasına sebebiyet
verecekti. Ömer işini gücünü bırakıp tüm enerjisini Gülru için önemli olan izin
peşine düştü. Ömer’in iradesi sayesinde Gülru’nun izi bulundu da diyebiliriz.
Ellerin kırılsın Mert, ellerin!
Mert’in, Gülru’ya yapmadığı eziyet kalmadı. Şiddet
uygulayan bir babanın yanında yetişmiş çocuk ne yaparsa Mert de onu yaptı. İp
düzeneği kurduğunda kimi öldürmek istediğini anlamadım. İpte kendi mi olacaktı,
yoksa Gülru mu? En son olarak yaşlı
çift, komşularının evindeki sürpriz ziyaretçinin kim olduğunu öğrenmek için
kapıya geldi. O sırada Gülru’nun da bir hamlesi vardı, fakat erken davranan
Mert, Gülru’ya bir tokat daha attı. Bu defa yaşlı çifti de rehin aldı. Adamda
yüksek şeker varmış. Yoğun strese maruz kalınca şekeri düştü ve baygınlık
geçirdi. Adamın ve eşinin o halini gören Mert, korkusundan dolayı biraz insafa
geldi. Arabadan insülin iğnesini aldı. Eşi iğneyi yaptı ve adam kendine geldi. Saatler
sonra Ömer, ip uçlarını bileştirerek Sapanca’da bulunan Hayat sitesindeki 24
numaralı evin önüne geldi. Tam o sırada yaşlı çift kapıdan çıktı ve kadının,
Ömer’e “kızı öldürüyor, koşun” demesiyle
içeriye fırtına hızında girdi. Mert’in insülin iğnesini Gülru’ya vurup
vurmadığını ve Ömer’in bundan sonraki olaylara olan tepsini merakla bekliyorum.
Ömer'i bu kadar şaşırtan şey ne idi?
Bu bölüm aşk ve nefretin nelere gebe olduğunu ve kimlerin hayatını, ne şekilde etkilediğini gördük. Haftaya umut verici bir bölümde görüşmek üzere…
Bölüm bittiğinde aklımdaki tek soru şuydu:
Acil olarak psikolojik tedaviyi hangi karakter almalıdır?
a) Cihan
b) Yonca
c) Mert
d) Gülfem
e) Hepsi
Nedeniyle birlikte cevabınızı aşağıdaki yorum bölümüne
bekliyorum. :)
Mortis