Zülfikar’ı o kadar çok seviyorum ki o kadar olsun! Ama
Meltem ile Zülfikar’ı çoktan bile çok seviyorum. Anacığı ile tanıştırması,
Meltem’in “Gelin olma kurallarına giriş: 101” düzenlemeleri, bölümü güzel kılan
birkaç şeyden biriydi. Ayrılık kelimesinin en yakışmadığı çifte, eğer bir
ayrılık yazıldıysa çok kırılacağım. Nokta. Normal şartlar altında izlerken
tahmin de bulunmak gibi bir adetim yoktur fakat, Zülfikar kimlikleri aldığından itibaren “Meltem
kesin evli” lafı ağzımdan çıkıverdi! Ayşegül ve Poyraz’ı sonsuza dek ayırın
fakat ZülMel’i yedirtmeyiz, bu da buraya not düşünülsün! (Yazının isyan noktası
burası, tekrar fosforlu kalemle altını çiziyorum!) Bu arada çiftler ayrılıp,
kavgalar ediyor ama nur topu gibi bir power-couple’mız oldu: Songül-Begüm! Begüm’ün soğukkanlılığı, Songül’ün
kurnazlığı ve işini bilirliği bir araya gelince Bahri Baba bile yerinden
edilebilir.
Bahri Babişko demişken, Akın’a sahip çıkmasını izlerken aklına “Acaba
yeni bir sağ kol mu geliyor?” diye düşünenler elime mum dikebilir mi? Aah
Sefer,ah!
En çok seni bir tek seni seviyorum Neşet!
Neşet iyi hoş, baya sağlam manyak çıktı. Her hafta bunu
yazmak adet oldu zaten. Fakat zaman zaman aklıma şöyle bir soru düşüyor,
sevgili Poyraz Karayelciler; Neşet, ne zaman Ayşegül’ü gördü de aşık oldu da, bütün
bu kötülükleri yaşıyoruz? Neden biz yaklaşık olarak on küsür bölümdür ölüp ölüp
diriliyoruz? İşlenen hikayenin temeli bu ise ben sadece Ayşegül portresi çizen
Neşet değil, hikayenin başını da görmek isterim. Bir de Neşet seni seviyorum,
şu an beni heyecanlandıran tek isim sensin!
Ve yine kafamda deli sorular klasöründen bir soru daha..
Poyraz, Ayşegül’ü hastaneye götürürken herhalde şehir dışı yolları tercih etti
ve ambulansı aramak aklına gelmedi. Onun yerine “AYŞEEEEGÜÜÜÖLL” diye bağırmak daha mantıklı geldi galiba, neyse.
Yiğidi öldürürken, hemen hakkını da teslim edelim, bu “saçmalamatırak” olay bir
yana, araba ve tünel sahnelerinin çekimleri, sahnenin ruhunu
hissettirebildi.
“Madem öldürmeyeceksin, neden Ayşegül’ü vurduruyorsun hem de Sadrettin' e?” diye
sormazlar mı? Sorarlar, en çok da ben sorarım. Bu olayları çok sık olursa
yutmayacak hatta sıkılacak bir kitleye sahip Poyraz Karayel, keşke bunu
unutmasa. Yeri geldi yapmazlar dediğimiz şeyleri yapmış insanlarsınız, azıcık
özen yahu! Bununla beraber, çok ölmedik mi biz? Dizi de her dakika biri ölüyor,
ben yoruldum artık. Aksiyon için daha zekice yöntemler vardır, eminim.
Biri de çıkıp demiyor ki, "Bu adam ne ara kıyafetini değiştirdi?"
İzleyici olarak bazen yanılgıya düşüyorum ve sanırım bu
konuda yalnız değilim. Şöyle ki, yaşanan olaylar bize göre “mutsuzluğa”
gidiyorsa, işler ters ise bölümü sevmedik diyebiliyoruz. O an dizinin içindeyiz
çünkü. Bu bölüm mesela Ayşegül’ün yaşadığı/yaşayacağı her şeyin müstahak olduğunu
düşündüm, hatta ekran başında öfkelendim. Ama olayların ilerleyişi açısından
geçen haftalara kıyasla oldukça iyiydi. En azından “Ayşegül Neşet’in sayko
yüzünü görecek mi?”, “Bıdık Sinan olayları anlatacak mı?” “Poyraz Sadrettin2e
ne yapacak?” tadında sorular düşebildi aklıma.
Son olarak, geçen haftalara göre daha izlenebilir bir bölüm
vardı karşımda. Sezon sonunda ne olacak, bir açıklama yapıldı mı kaçırdığım
bilmiyorum ama benim tarafım belli. Sakız gibi uzaması yerine, tadı damağımda
kalsın isterim. Hatta geç bile kalındı bence ve bir de bir itirafım var, onu da
buraya usulca bırakıyorum. Poyraz Karayel, ilk sezondaki tadı ile devam etseydi
gerçek bir efsane olabilirdi. Hala keyifli ama insan bazen insan zor da olsa kabulleniyor: “BaĞzı şeyler keşke tadında bırakılabilse!”