Yayımlanacağını ilk duyduğumda izleme listeme aldığım
dizilerden biriydi “Tatlı İntikam”. İlk barajımı fragman ile geçmeyi başardı.
Birinci bölüm için ekran başına merakla oturdum. Dizi izlerken ilk baktığım unsur senaryo. Son
dönemlerde yayınlanan dizilerde de gördük ki senaryo iyiyse dizi ayakta
kalıyor, iyi değilse kim oynarsa oynasın sonuç hüsran… “Tatlı İntikam” ilk
bölümde bu noktada beni hayal kırıklığına uğratmadı.
Modern bir “prenses”in aklı başında ve yakışıklı bir
“kurbağa” ya duyduğu aşk sayesinde kötü talihini yenip, mutlu olma sürecini
izleyeceğimiz bir “masal” gibi duruyor öykü.
Sadece gözlük takıp sivilce kondurmakla olmaz bu işler, Tankut gibi "looser" bakışı şart!
Öykünün önemli dinamiklerinden biri olan Pelin ve Tankut tanışıklığı aslında çok da yabancısı olmadığımız yerden geldi. Eski
Yeşilçam filmlerinin birinde -sanırım Türkan Şoray ve Ediz Hun filmiydi- çirkin
ve sarsak kızımız yakışıklı ve zengin delikanlıya sırılsıklam âşık olur. Onun
aşağılamalarının itici gücüyle evrim geçirip güzeller güzeli bir kuğuya
dönüşür. İşte, Tankut’un Sinan olma süreci de beni o eski filmin sıcaklığına
götürdü. Bu temanın öyküye yan olay yapılmasını da hem çok sıcak hem akıllıca
buldum. Böylelikle o eski aşinalık hafızalarda canlandırılmış ama o filmin modern
versiyonuymuş imajı da yok edilmişti.
Tankut, Sinan hâline dönüşerek kendi evrimini
tamamlamış; anlaşılan biz, Pelin’in şımarık ve bencil zengin kızından sevimli, sempatik ve âşık kimliğine geçiş sürecini izleyeceğiz.
Güzel prensesten güzel ve aşık prensese evriliş bakalım Pelin'de neleri değiştirecek?
“Benim senle işim olmaz. Sen hiç aynaya bakmıyor
musun? On tane kalbim olsa birini bile sana vermem” diyerek kendi lanetini
başlatan Pelin, hani derler ya, “ağzında gümüş kaşıkla” dünyaya gelmiş bir
“prenses”. Anne ve babasının göz bebeği, güzelliği ve sosyal statüsüyle girdiği
çevrelerin ilgi odağı, öz güveni zirvede, egosu kendi cüssesinden birkaç beden
büyük; buna karşın sıcak, sempatik ve çok güzel bir genç kadın. Kalp kırarak
yarattığı lanet, onu gölge gibi takip etmiş ve hep terk edilen kadın olmuş.
Evliliğe çeyrek adım kala yakışıklı manken koca adayı Tolga, gelin hanımın
şirretliklerinden fena hâlde bunalınca kaçınılmaz olan gerçekleşti ve damat
adayımız ardına bile bakmadan kaçıverdi. Pelin’in yıllar boyu özenle şişirdiği
öz güven de “Heyyyy, noluyoruz?” feryadını bastı, elbette!
Tesadüfen karşılaştığı kadının mistik bir tonda söyledikleri ve felsefik (!) “Seversen sevilirsin, üzersen üzülürsün” mesajı
Pelin’in yüzüne ilk aynayı tutsa da yılların bencilliği elbette bir bölümde yok
olmayacak ve senaryo tam da bu kanaldan ilerleyecek gibi görünüyor.
Pelin aslında Tolga’ya değil sevilmeye âşık ve alışık.
O güne dek yaşadığı yüzeysel duygularla bunu aşk olarak adlandırsa da tek
derdi, yakışıklı bir koca bulup imzayı attırmak ve prenseslikten kraliçelik
statüsüne zıplamak. Sanırım tek tek soyup çıkardığı olumsuz özelliklerden
kurtulunca Tolga’yla ilişkisini de bu pencereden değerlendirebilecek.
“Pelin” karakteri bir yanıyla sevimsiz diğer yanıyla
sıcacık bir kimlik… Leyla Lydia Tuğutlu bence Pelin tiplemesini çok iyi
geçirmiş üstüne ve çok doğru bir seçim olmuş.
Fiziksel avantajını, şirin ve sempatik tavırlarla birleştirdiğinde
izleyicinin yanlışlarını kolayca affedebileceği, yer yer kızsa da hemen
bağışlayacağı bir kişilik olacaktır, bana göre.
Yazı devam ediyor..