Milat!
Ses. Zifir! Düzensizlikle kurulu bir düzende Mustafa’yı
yiyen, yedikçe sindiren ve sindirdikçe kusan bir sistem üzerine kurulmuş bağnaz
parçalar ve bu parçaların çıkartısında akan zamanın, miladın, küçüklükten
büyüklüğe ilmiklenen yaşların birer birer yükselen basamakları… Ah o basamaklar ki her biri gerisinde bir
felaket, acı ve hüsrana çarpılmış ılık bir gri cereyan bırakır. O basamaklar ki
tutup devirdiği kurbanını parçalamakta, yok etmekte ve öğütmekte üstüne yoktur.
Zaman, sıradan insanlar için sadece yaşlandıran, öğreten ve tecrübe ettiren tik
taklar bütünüyken dört duvar ardında mahpus yaşayan bir masumun aklını çalmakta
üstüne yoktur. Zamanın, kafes ardındakiler için bir öğütücü olduğu gibi, açgözlü
bir canavar olduğunu söylemiş miydim? Öyle ki en sevdiği yemek akıldır.
Görünmez parmaklıklar ardında tıkılıp kalanların aklına geçen her dakikada,
doğup batan güneşin ardında bıraktığı her leblebi yanığına hakim olmaya
çalışır.
Önce olmak istediğin kişiye bürünür: bir savaşçı, bir alim ya
da usta bir zanaatkar. Sonra aklını kemirir; güvendiğin, sevdiklerinin
yahut sevildiklerinin yerine koca bir delik açar. Öyle bir zaman gelir ki, hapsolmuş,
zamana mahkum kişiler çok kısa bir süre sonra zaman canavarının, yani kendi
akıllarında yarattıkları arkadaşlarının sadece akıllarını değil; sevdiği ve
değer verdiği herkesi kendine düşman bellettiğinin farkına bile varmazlar…
En nihayetinde, ardı ardına gelen baharların, çiçek
böceklerin, kışların ve yazların peşi sıra süzülüp birkaç saniyede geçiştirilen
anlamsız görsellerle birlikte teşrif eden zaman atlamalarından ziyade; Muhteşem
Yüzyıl Kösem’in en özgün hikayesine sahip Şehzade Mustafa’nın beklediğimiz sanrılarının ve delirme belirtilerinin, iç sesinin de bedene
bürünmüş bir şekilde onu korkutuşuyla zamana adeta hakim olan bir sahnesiyle
aktı gitti yıllar.
Belki de bazı kurum ve kuruluşların tokmağının sert vurgusu
olmasaydı Ahmet Varlı’nın gözlerinde “ben deliyim” diye bağırdığı o dehşet
bakışların sahibini, Mustafa’nın “zihin arkadaşını”, namı diğer Pinhan Ağa’yı daha
evvelinden görecek, küçük Mustafa’nın kapalı kapılar ardında, aklında bir sesin
de eşlik ettiği tecennün serüveni çok daha erkenden başlayacaktı.
Hazır mıyız? Zira daha önce hiç alışık olmadığımız bir
serüvene şahit olacağız. Muhteşem Yüzyıl tarihinin en uzun zaman atlaması
geçtiğimiz bölümün son sahnesinde, tüyler ürpertici, çarpıcı bir sahneyle gerçekleşti.
Belki de on koca senenin peşi sıra geçtiği ve akan zamanın hikayeyi sil baştan
hallaç pamuğu misali sallayacağı bir devrimi yaşadık.
Yazı devam ediyor...