"Gecenin karanlığında onu görmek neredeyse imkansızdı. Eğer onunla birlikte hareket ediyor olmasaydım, kesinlikle onu fark bile edemezdim. Bir insanın hem bu kadar sessiz hem de bu kadar seri bir şekilde ilerleyebileceğini hiç düşünmemiştim bugüne kadar. İsminin hakkını veriyordu açıkçası, gerçekten de o tam bir "gölgeyi" andırıyordu.
Her ne kadar ona tam olarak ayak uyduramasam da yine de elimden geldiğince hızlı bir şekilde onu takip etmeye çalışıyordum. Aramızda yaklaşık on-on beş metre mesafe bırakarak ilerliyordu ve sürekli olarak etrafta herhangi bir tehlikenin olup olmadığını kontrol ediyordu. Bu şekilde ilerlemeye devam ederken bir ara ona “Nereye gidiyoruz?” diye seslendim merakla, o ise bana “Sessiz ol ve ben söyleyene kadar da bir daha konuşma!” diyerek karşılık verdi. Bu gizemden ve bu tür hareketlerden sıkılmaya başlamıştım, ama yapabilecek herhangi bir şeyim de yoktu. Yaklaşık yarım saat kadar onu izlemeye devam ettim, ardından bir süre sonra biz yürürken, sanki etrafımızda bizi izleyen bir şey var gibi hissetmeye başlamıştım. Bunu ona da söyledim, ama o buna pek kulak asmadı. Çevrede bir şeyler olsaydı, kendisinin bunu benden önce fark edeceğinden emindi çünkü. Ama ben yine de rahat olamıyordum. Fakat onu izlemeye de devam ediyordum. Sonunda, yaklaşık dört saatlik bir yürüyüşün ardından “Bak, işte tam karşımızda duruyor!” dedi, “Sana göstermek istediğim yere geldik hem de tam zamanında..”
Karşımızda birçok yerinden hasar almış beyaz bir kule vardı, tam emin değilim ama yüksekliği otuz metre falandı sanırım. Hemen merdivenleri tırmanarak kulenin tepesine çıktık. O sırada gün ise ağır ağır ağarmaya başlamıştı. “Görebiliyor musun?” dedi ufku göstererek. Ben pek bir şey göremiyordum. “Bak” dedi, “Denizi görmüyor musun?”, Bunun üstüne daha dikkatli bir şekilde gözlerimi ufka çevirdim. Evet, gerçekten de ufukta gözüken bir şeyler vardı. Ama denizin mavi olması gerekmiyor muydu? Bu gördüğümüz şey daha çok kahverengine benziyordu. “İşte bunu çok seviyorum..” dedi, denizin ardından yavaş yavaş doğan Güneşi göstererek, “Keşke bu güzelliği herkes görebilse..” Orada yarım saat kadar öylece karşımızda yükselen Güneşi izledik. Ardından bana doğru döndü ve kafamdaki maskeyi çıkardıktan sonra yüzüme dokunmaya başladı. “Çok güzel” dedi, “Tıpkı bize benziyorsun..”. Şaşkınlıktan ne diyeceğimi bilemedim, çünkü bu sözleri neden kullandığını bilemiyordum. Lâkin yine de cesaretimi topladım, ardından ben de onun maskesini çıkardım, “Senin ki kadar güzel değil..” Gülümsemeye başladı, “Seni buraya neden getirdiğimi merak ediyorsundur sanırım” dedi, “Sana anlatmam gereken bazı şeyler var. Bunun için en doğru yer burası!”
Şöyle bir doğruldum, ardından büyük bir heyecanla söylediklerini dinlemeye başladım. “Ben” dedi, “İlk doğanların soyundan geliyorum..”, “İlk doğanlar?” diye araya girdim ama o “Sözümü kesme ve sadece beni dinle!” diyerek konuşmaya devam etti. “Dünya’nın nasıl bu hâle geldiğini bilmiyoruz. Tek bildiğimiz "Prenses Bahçesi" denilen yere biz kendi kendimize gelmedik. Dağların ortasındaki o yer nasıl oluştu bilemiyorum açıkçası. Belki tahmin bile edemeyeceğimiz büyüklükte bir bomba yüzünden o yarık oluşmuştur, belki özel olarak orası planlı bir şekilde oluşturulmuştur ya da belki de doğal yollardan on binlerce yıl içinde oluşmuştur.
Aslında bunun pek de bir önemi yok artık, zaten üzerinden yüzlerce sene geçmiştir doğal yollardan oluşturulmadıysa da. Bu arada hepimizin neden sarışın ve renkli gözlü olduğunu merak ediyorsundur sanırım. Aslında sebebi basit. Dağların içindeki sığınaklara atalarımız getirildiğinde hepsi sarışın ve renkli gözlüymüş zaten. İlginç değil mi? Eski yazmalarda, yani topluluğumuzun ilk bireylerinin yazdığı yazılarda böyle anlatılıyor bu durum. Anlatılanlara göre geçmişte çok büyük bir savaş yaşanmış Dünya’da. Zaten gördüklerimiz de bunu kanıtlıyor. Ancak yine de insan düşünmeden edemiyor. Hiçbirimiz Dünya’nın o anlatılan savaşlardan önceki güzel zamanlarını görmedi ki.. Bu durumda, en başından beri Dünya’nın şu andaki hâlde olmasının önündeki engel ne? Belki bizim okuduklarımız sadece hayali masallardan ibaret. Belki de tam tersi. Bunu kim bilebilir?"
Gölge'nin söyledikleri doğru olabilir miydi ki? Gerçekten de tüm o anlatılanlar, tüm yazıtlar? şeklinde düşüncelere dalıyordum ki Gölge durumu fark etti ve hemen araya girdi tekrardan. "Neyse, kafanı daha fazla karıştırmadan konuya döneyim ben en iyisi. Kısacası, senin anlayacağın.. Efsaneye göre biri, bizim atalarımızı hepsi daha çok küçükken savaştan kurtarmış ve dış dünyaya karşı onları korunabilecekleri bu sığınağa getirmiş. O zamanlar bahçe falan yokmuş tabii ki ortada. Sadece sığınaklardaki depolarda tohumlar, yiyecekler, içecekler, hayvanlar, üretim için malzemeler yani ihtiyaç olan her şey varmış. Yıllar içinde yavaş yavaş da olsa, atalarımız bıkmadan usanmadan çalışmışlar ve Prenses Bahçesi şimdiki halini almış. Buraya Prenses Bahçesi demişler, çünkü kurtarılanlar sadece küçük kız çocuklarıymış. İlginç olan şu ki yazılanlara göre sadece tek bir kişi, herkesi kurtarmış. Herkese bildikleri her şeyi zaman içinde o öğretmiş. Yıllar boyunca kurtardığı bütün kızlara bir baba, bir ağabey şefkatiyle yaklaşmış.
Hayatta kalmaları için gereken her konuda onlara bilgi vermiş. Bu hem yaşamlarına devam etmelerini sağlayan özel ihtiyaçları için olmuş hem de gelebilecek tehlikelere karşı savaş eğitimleri konusunda olmuş. Gerçi bu bana pek mantıklı gelmiyor, tek bir kişi her şeyi yalnız başına nasıl yapabilir ki? Belki de zaman içinde aralarında konuşa konuşa böyle bir efsane doğurmuşlardır bilemiyorum. Tabii ki yıllar geçip kızlar büyümeye başlayınca, aralarında hiç erkek olmadığından ötürü atalarımızı nasıl üreyecekleri konusunda bir endişe sarmış, çünkü o kahraman onların hiçbirine dokunmuyormuş. Bunun üstüne; yine anlatılanlara göre onların hepsini kurtaran o kahraman, geri döneceğini ve bu sorunu muhakkak çözeceğini belirterek onlardan yıllar sonra ilk kez uzun bir süre için uzaklaşmış.
Giderken son bir öğüt vermeyi de ihmal etmemiş. Eski yazmalara göre; Prenses Bahçesi'nin onlar gibi güzel kızların yaşaması için yapıldığını ve ne olursa olsun aralarında üremelerin zorunlu olduğu durumlar hariç erkek bulundurmamalarını, onlarla başka hiçbir şey paylaşmamalarını söylemiş. Gerçekten de birkaç ay sonra dokuz tane erkek kapılarımıza dayanmış, ama aralarında kahramanımız yokmuş. Atalarımız aylarca onu beklemişler, yetmemiş onu bulmak için ekipler oluşturup defalarca dış dünyaya göndermişler, ama ne o ne de ekipler geri dönmemiş. Böylece, yaklaşık on bir-on iki sene boyunca onların kurtarıcılığını üstlenen o adamı bir daha hiç görmemişler. Onun yakın zamanda geri döneceğine dair umutlarının tükenmesi üzerine ise onun anısına saygı göstermek için belki şimdi sana vahşice ve manyakça gelecek ama bir karar almışlar. O karara göre de aralarında hiçbir zaman sarışın ve renkli gözlü olmayanları bulundurmamışlar. Çünkü tıpkı kendileri gibi kurtarıcıları da sarışın ve renkli gözlüymüş.
O giderken atalarımızın ellerinde onun ne bir fotoğrafı ne de bir heykeli varmış, zira kendi suretinin bu şekilde kopyalanmasını yasaklamış, bu yüzden de onun unutulmasını bu şekilde engellemek istemişler. Kısacası o tarihten sonra bu fiziksel özelliklere sahip olmayarak doğan bebekleri ölüme terk etmişler. Zaten birkaç nesil sonra da artık başka fiziksel özelliklere sahip çocuklar doğmaz olmuş. İşte ben; 'ilk doğanlardanım' derken de biraz bunu kastetmiştim aslında. Benim soyum atalarımızdan geliyor, yani daha sonradan doğan ve birbiriyle karışan nesillerden değil. Ve bütün bunları sana anlatmamım sebebine gelince.. O kahraman gittiğinden beri kulaktan kulağa yayılan ve neredeyse herkesin gerçekleşmesini beklediği bir kehanet var. Bu kehanete göre bir gün, o kahraman tekrardan bize geri dönecek ve bizlere yeniden önderlik edecek. Efsaneye göre de tıpkı şu karşıda doğan Güneş gibi o da yeniden bizim üzerimize doğacak!”
Gölge’nin anlattıklarından sonra, ona hiçbir karşılık verememiştim açıkçası. Çünkü o kadar inanarak bu saçmalığı dile getiriyordu ki.. Söyleyeceğim herhangi bir şey onu üzebilirdi. Bu yüzden de anlatılanları yalnız başıma düşünmek istediğimi dile getirip geri dönmemizi istemiştim. Gerçi “Anlattıkları gerçek olabilir mi?” diye bir ara durup düşünmedim de değil, ama yine de anlatılanların en ufak bir mantıklı yanı yoktu. Her şeyin ötesinde, tamam belki hiçbir şey hatırlamıyor olabilirdim.. Fakat en azından yüz küsur yaşında olmadığıma da emindim. Dış görünüşüme bakacak olursak en fazla otuzlu yaşların başında biriydim ben. Sonuç itibariyle yüzü aşkın sene belki de daha uzun yıllar boyunca bu şekilde kendi aralarında izole bir şekilde yaşayan insanlar, zaman içinde önce kendi uydurdukları, sonra zamanla kendi kendilerin de inandıkları bir efsaneye ve bir kahramana inanmaya başlamışlardı. Ancak, yine de bunun işime yaramadığı söylenemezdi. Sonuçta beni öldürmemelerin sebebi, açık bir şekilde bu efsaneydi.."*
Yalan söylemek..
Başlı başına üstüne konuşulması gereken bir olgudur aslında yalan kavramı.. Nedir yalan? Gerçek olanı başka bir şekilde ifade etmek midir sadece? Yoksa gerçekleri bilip susmak da yalan söylemeye girer mi, tek bir kelime "yalan" söylememiş olduğunuz halde? Doğru olan hangisi? Birinin üzüleceğini ve hayallerini yıkacağınızı bildiğiniz halde, onu acılarla yüzleştirmeli miyiz? Yahut "tamamen yararına" olan bu yalanı, yok mu saymalıyız? Sanırım burada da "iyilik" kavramı tartışmaya açılıyor.. İyilik; birine, "ona rağmen" yapılan bir şey midir ki? Yani, bir insan istemediği halde, onun istemediği şeyleri gizlice ona sağlamanın karşılığı tam olarak nedir? Peki, daha "mutlu" olabilmek adına kendi kendini bile kandıran bir insanı "sarsmak", ona iyilik yapmak mıdır mesela?
“Peki, ben sana ne dedim anne! Ben sana ne demiştim!”
Valla Zeynep, son aylarda Fatih’e karşı davranışların, tavırların, hareketlerin ve en önemlisi "üslubun" zaten yavaş yavaş değişim gösteriyordu. Ancak, bu hafta annene karşı söylediklerin ve Fatih’in “üzülmesine” karşı gösterdiğin tepkiyle, artık “olduğunu” kanıtladın.. Umarım, bu durumun bir ucunun sana da dokunmuş ve senin de hayallerini çalmış olması değildir, tepkinin şiddetini daha da arttırmış olan. Umarım bu çizginden bir daha asla geri dönmezsin..
Meryem için ise ne diyebilirim ki.. Bugünün geleceğini daha ilk gün söylemiştik zaten.. Bağıra bağıra gittik uçurumun kenarına kadar. Bu saatten itibaren önemli olan tek bir şey kaldı; Meryem yaptığının bedelini ödeyecek mi? Yoksa “yine” her şey yanına mı kalacak?
Biraz da detaylara eğilmek gerekirse..
Yazı devam ediyor..