“Seni doğuracağıma taş doğursaydım”
O kolları o açıyla koyunca aşırı bir iktidar sahipliği vurgusu oluyormuş. Beden dilinde “ben buranın hakimiyim” anlamına geliyormuş.

Bu düzenin erkek-egemen bir düzen oluşuna, bir de başkanın Frank olması eklenince çileden çıkıyorum. Frank ne derse o oluyor! İşte bu bölümde de Claire’nin kortejini bir emriyle Beyaz Saray’a geri döndürdü. Bir emriyle Claire’nin elinden adaylığını aldı. Bu kadıncağızın böyle ikinci planda kalması, yapmak istediği her şeyin böyle “Frank izin verirse” modunda belirlenmesi beni ziyadesiyle sinirlendiriyor. Yine de Claire Beyaz Saray’a döndükten sonra yaptıkları konuşma bölümün etkili sahnelerindendi. Bu ikili bir araya geldiğinde içimin yağları eriyor. Hemen barışıp kaynaşsınlar, yine eskisi gibi aşkla baksınlar birbirlerine, beraber başarıdan başarıya koşsunlar istiyorum. Frank’ın burada yumuşak sesiyle yaptığı ikna edici konuşma Claire’yi biraz yumuşatmış gibi duruyor. Bu durum ileriki bölümlerde nasıl gelişecek, değişecek, göreceğiz.

Seth’le birlikte seni de hiç sevmedim Remy Denton. Senin de babanı sevmezdim. Ama bu kare çok sanatsal oldu, koymadan edemedim. İyi ki çaptan düşmüşsün emekli olduktan sonra, bu sezon bir de seni kaldırmazdı.

Claire gittikten sonra Frank’ın mutfakta sandviç hazırlarken anlattığı hikâyeyi ise oldukça gereksiz buldum. Yani öyle böyle değil, çok gereksiz. Evet Claire’ye oynadığı oyunun arkaplanını, sebebini anlattı; anlatması gerekiyordu. Bu kadar karmaşık bir oyun bir bölümün içinde üstü aşırı kapalı bir şekilde verilmek zorunda kalmıştı. Ama bunun bu kadar garip bir sahneyle yapılması beni aşırı itti. Bu bölümün ele aldığı olaylar ne kadar vurucuysa, hikâye anlatımı da o kadar kötüydü bana göre. Bu arada bu sahnede Frank’ın içinde resmen bir Barack Obama gördüm. Hikâyeyi anlatırken yaptığı vurgular, telaffuzu, ses tonu adeta Barak Obama’dan araktı. Bu sahne her şeyiyle sakil, yersiz durdu.

Karizmadan ölecek hastalığına yakalanmış resmen.

Geçen bölümün sonunda olduğu gibi, bu bölüm de Claire ve annesi Elizabeth’in arasında geçen bir sahneyle bitti. Geçen yazımda dizinin drama tonu artıyor demiştim. Amerikan kültüründe aşırı yeri olmasa da bizim için oldukça önemli olan aile ilişkileri ve özellikle de evlat-ebeveyn ilişkileri dizinin iktidar savaşını başka bir boyuta taşıyor bizim için. Küçüklükten beri istediği her şeyi elde etmeye alışmış Claire annesinden para istiyor. Annesi de bir ayağı çukurda olmasına rağmen—kefeni bol cepli diktirmiş herhalde, ne yapacaksa parayı—bu isteğe karşı çıkınca kıyamet kopuyor. Hayın evlat Claire anasını kadıncağızın içinde oturduğu evi satmakla tehdit ediyor yahu. Aah ah, kardeşlerim, işte bu iktidar hırsı uyuşturucu gibi bir illet. Uyuşturucu bağımlılarının analarının kolundaki altın bilezikleri zorla alıp bozdurarak uyuşturucuya yatırması gibi, Claire de bir hiç uğruna koskoca mazisi olan evi, hem de içinde kanser olan annesi otururken satmaya kalkıyor. İnanılmaz gerçekten… Kadıncağız da haklı tabii, “sen bana sırtını döndün, ben hasta yatarken neredeydin?” diye soruyor. Yüreğim dağlandı, içim parçalandı yahu. Kanserden ölmek üzere olan kadına yapılacak şey mi bu? “Yine geçen yazımda Claire bu kadar taş kalpli olabilir mi?” diye sormuştum sizlere; cevabı aldık işte. Eli kırılasıca Claire. Adı batasıca, boyu devrilesice. İki yakan bir araya gelemesin inşallah, gün yüzü göreme. Ölsün annen de sen de kurtul o da kurtulsun, ister evi satarsın ister servetine konarsın o zaman, zıkkım olsun.

Önümüzdeki hafta üçüncü bölümün ardından görüşmek üzere, siz sağlıcakla kalın efendim. Claire kalmasın.

BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER