Aahh ah! Koskoca Hürrem Sultan'ın tacını iki günde başıma geçirdim valla. Bu imparatorluğu bile yönetirim ben. Herkes haddini bilecek!
Son birkaç bölümdür Kösem karakteri özelinde izlemesi gayet keyifli performanslar verdi, zira karakter en çabuk tarafından tam kendisinin kalemi kişilik özelliklerine sahip bir dönüşüme sokuldu. Ancak bu haftaki bölümde, tam da o pembe elbisesiyle Sultan Ahmet’in karşısına çıkıp babasıyla ilgili gerçeği anlattığı sahnede o kadar dümdüz, o kadar ruhsuz bir performans sergiledi ki çoğumuz gözlerimize inanamadık. Sanki biricik babasının kollarında ölmesi gibi yıkıcı bir olayı değil de evcil hayvanının vakitsizce ölmesini anlatır gibiydi. Halbuki Kösem’in babasının öldüğü sahneyi ne kadar içtenlikle oynamıştı.

Yüzünde gerçekten üzgün hiçbir mimik oluşmadığı, gözlerinde tek bir damla bile gözyaşı belirmediği halde takip eden sahnede Sultan Ahmet “senin gözyaşının tek bir damlası için Safiye Sultan her gün bedel ödeyecek” demek zorunda kaldığında sahne ve diyaloglar yazılırken hedeflenen çarpıcılık çoktan yok olup gitmiş ve anlamsızlaşmıştı bile. Piyasaya aslen oyuncu sıfatıyla giriş yapmamış olmasına rağmen Kadir Doğulu bile, Fahriye Sultan’la yüzleşme sahnesinde, büyük aşkı tarafından reddedilen aşık rolünde gözlerinin dolmasıyla, ağlamasıyla Beren Saat'ten çok daha başarılı bir performans sergiledi.


Ohohohohoho... İster Kösem olsun, ister Safiye. İster Halime olsun, ister Mahfiruze... Hiçbiri benim kadar güzel ve de benim kadar aptal olamayacaklar Hacı. Fahriye'nin mektubunu Kösem'e Derviş'in verdiğini de hemen kocakarıya yumurtladım. Artık o düşünsün. Lokma getir, lokmaaaaaa...

Zaman zaman parladığı bölümler olsa bile Saat’in bedeninde hayat bulan Kösem karakteri genel anlamda hâlâ dizinin en “olmamış” karakteri durumunda. Bir yanı hep eksik, hep yapay kalıyor. O kadar ki seyirci çoğu zaman başrol karakterinden yana olması gerekirken hep onun düşmanı konumundaki Safiye Sultan’ın tarafını tutuyor. Kösem Sultan karakteri bu dizinin kalbi, bu nedenle herkesten çok onun güzel yazılması ve oynanması önemli. Bunun ikinci bir seçeneği bile yok. Padişahlar gelip geçecek ama Kösem yıllarca o sarayda baki kalacak.

Enerjisi ve kişilik özellikleri seyirciyi bir türlü yeteri kadar inandıramayan bir ana karakterle bu iş ne kadar hedeflendiği şekilde gider, seyirciyi ne kadar peşinden sürüklemeye devam eder kestirmek güç. Sırf alışkanlıktan izlenilip geçilen alelade bir dizi olmak da Muhteşem Yüzyıl gibi dev bir proje için asla yeterli olmayacağına göre hem karakterin yazılışında hem de Beren Saat’in bu gibi sahnelerdeki performansında ciddi şekilde çalışılması gerek. Tarihteki Kösem Sultan karakteri ve saraydaki yükselişi başka şey, bunun dizide ne kadar inandırıcı bir şekilde işlenilip canlandırılabildiği bambaşka bir şey. Kesin olan bir şey var ki Kösem karakterinin hâlâ ne Meryem Uzerli’nin ne de Vahide Perçin’in Hürrem’indeki kadar seyirciyi kendine inandıramadığı ve sarıp sarmalayamadığı. 


Topkapı Sarayı'nda Yıldız Tilbe eksiği var dediler, geldik. Saçlar başlar, kıyafetler o biçim. Paçozluk paçamdan aktı. Benim oğlanı boğdurup durmalarına gerek yok, anasını göre göre delirdi zaten fakir. Bin dereden su getirseler arınamazlar artık. 

Bu hafta biraz uzun oldu ama bitirmeden önce değinmek istediğim son bir nokta daha var. Bu konuyu daha önceki yazılarımda da bir-iki defa yazmıştım, 12. bölümden sonra tekrar yazmak istiyorum. Hatırlarsınız, Kösem’deki karakterler ilk Muhteşem Yüzyıl’daki karakterlerin aksine yeterince iyi ve üç boyutlu yazılamadığı için elde çoğunlukla salt kötülükten ve zalimlikten ibaret karakterler kaldığını, bunun da seyirciyi itebildiğini ve inandırıcılığı zedelediğini söylemiştim.

Çünkü ortadaki ürün tarihi olaylardan esinlenen bir kurgu dizisi olsa bile bu karakterlerin çoğunluğu bu ülkenin tarihinin 600 yıllık devasa bir bölümünü kaplayan bir imparatorluğun gerçek fertlerinin hikayelerine dayanıyor ve hiç kimse tarihinin bir parçasının sürekli olarak kötülük, zalimlik, nefret ve ölümle eş tutularak gösterilip durmasını izlemek istemez. Son haftalarda karakter hikayelerinde yol katedilip olumlu gelişmeler yaşanmasıyla bu konuda biraz toparlanmalar oldu. 


Haddini bil Zülfikar Ağa!!! Öyle her işe burnunu sokma. Has Oda bekçiliğinden alır dizide göstermediğimiz oğlan haremlerinin başına bekçi yaparım seni, yanına da Pervane Ağa'yı koyarım. Sittin sene Yeniçeri Ocağı'nın yüzünü göremezsin.

Ancak yine de Kösem bazı bölümlerde ilk Muhteşem Yüzyıl’ın aksine o kadar çok kötülük, fitnelik ve çekirdek çitler gibi kolaylıkla öldürülen karakterlerle dolup taşıyor ki, inanın ülkedeki en azılı Osmanlı karşıtı, en uç sol görüşlü seyirci bile “yok artık daha neler” deme noktasına gelir. Böyle bir tarih algısı olmamalı. İlk dizide işlerin bu derece ölüm-kalım savaşına dönüşmesi ancak şehzade ve taht kavgalarının alıp başını gittiği 4. sezonu bulmuştu ve zaman zaman tabir-i caizse bunca alelade zalimlik seyircinin içini şişiren, insanı hayret içinde bırakan bir hale gelmişti. Ancak yine de hikayedeki ve tarihteki olayların gelip dayandığı nokta bunu gerektirdiği için fazla göze batmamıştı. Dizinin ilk üç sezonu ise bu kötülük ve zalimlik sarmalını kademe kademe, seyirciyi yormadan yükseltmişti.


Öldürüyorum öldürüyorum, öldürmeye doyamıyorum ^^

Kösem ise başladı başlayalı kötülükle dolu bir dizi. Evet, söz konusu tarihi dönem zaten Osmanlı tarihinin en çalkantılı, en kanlı ve fitne fesatın, zalimliğin paçalardan aktığı bir dönemi. Zamanı geldiğinde yapımın elini korkak alıştırmaması ve olanı biteni bütün acımasızlığıyla verebilmesi tabii ki de “Osmanlı güzellemesi” olması için çekilen tek taraflı masalsı yapımlar arasından sıyrılıp farkını ortaya koyması açısından isteyeceğimiz bir şey.

Ancak tarihi gelişmelere paralel olarak bu tür korkunç olayların yaşanmaya başlayacağı dönem zaten gelecekken ve dizi ister istemez “zalimliklerden zalimlik, katilliklerden katillik beğenin” yapısına bürünecekken henüz yolun bu kadar başında, saray içindeki kurgusal entrikaları bu kadar uç noktalarda ve dahası “çok kolay yapılıveren” kötülüklere boğmaya gerek var mı, bilemiyorum. Açıkçası ben bir seyirci olarak ekran karşısına geçtiğimde 2.5 saat boyunca durmaksızın birbirini tehdit eden, aşağılayan, gözünü bile kırpmadan öldüren “katil ruhlu” insanları izlerken çok yoruluyorum. Zalim olmak, adam öldürmek, adam harcamak bu kadar kolay olmamalı. Koskoca Topkapı Sarayı'ndaki hayat sırf bunlardan ibaret bir çukur gibi gösterilmemeli.


Ayağını denk al Derviş Paşa, haddini bil!!! Yeni Divan Odası'nı 12 bölüm sonra ilk defa göstermişler, pembeli kırmızılı mis gibi de döşemişler. Geçip karşılıklı kuru kuruya kahve içecek değiliz ya...Ya hemen karşımdan yıkılırsın ya da sonuçlarına katlanırsın.

Ancak 12. bölüm işte tam olarak yine bunu hissettirdi bana. Örneğin Vezir-i Azam Lala Mehmet Paşa’nın Derviş Paşa’ya tabii ki de düşman olması ancak karakter dizide şimdiye kadar neredeyse hiç görünmediği için Derviş Paşa’yla arasındaki olası husumetin anlatılmaması, buna rağmen iki karakterin de birbiriyle restleşip durması, birbirlerine tehditler savurmaları, sonunda da Derviş Paşa’ya kurulan tuzak neticesinde kendisinin zehirlenerek öldürülüvermesi…

Daha önce de sormuştum yine sorayım: Topkapı Sarayı’nda ve Osmanlı İmparatorluğu’nda mutlu olan hiç kimse yok muydu? Bütün saray ahalisinin birbiriyle konuşmasının tek yolu hiç durmadan karşılıklı tehditler savurmaları, birbirlerini aşağılamaları, birbirlerinin kuyusunu kazıp durmaları mıydı? Neden bu kadar kötülükle dolu bu saray ve bu karakterler? 


Sen kimsin Fahriye ha, sen kimsin? Kopartırım o kafanı senin, haddini bil!!!

Bu hafta herhalde biraz yorulmuşlar, ondan böyle vasat bir bölüm çıkartmışlar, haftaya tekrar toparlarlar inşallah diyelim, ne diyelim.
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER