Dünyada çeşit çeşit iklim tipleri
var. Bol yağışlı ve her daim sıcak olan tropikal iklimler, kimi zaman soğuğunun
can yaktığı karasal iklimler ve hatta hayatı sürdürmenin oldukça zor olduğu
kutup iklimleri. Yapılan araştırmalar iklimlerin insanları, yeme
alışkanlıklarından fizyolojik gelişimlerine, konut tiplerinden kültürel
faaliyetlerine ve hatta karakterlerine kadar etkilediğini ortaya koyuyor. Sıcak
iklimlerde yetişen, güneşi daha çok görerek büyüyen insanların daha sıcakkanlı ve
neşeli oldukları, içe kapanmayı, korunmayı gerektiren soğuk iklimlerin ise
insanları daha temkinli ve dirençli yaptığı bir gerçek. Mesela en “sıcak”
danslardan biri olan tangonun sıcak memleket Arjantin’de doğmuş olması tesadüf
müdür sizce? Ama insanoğlunun bir de alışma kabiliyeti var; içine doğduğu
koşulların dışında çıkarılsa da her duruma eninde sonunda ayak uydurmayı ve
hayatını idame ettirecek şartları kurmayı beceriyor. Tıpkı, farklı şartlarda
yetişmiş Defne ile Ömer’in ortak bir yaşam alanı kurma, ortak dili yaratma
çabaları sonucunda başaracakları gibi.
Onlar ayrı iklimlerin çiçekleri.
Defne, Ömer’den önce her ne kadar hayata karşı son derece sağlam dursa da aşk
konusunda adeta bembeyaz çiçekli, son derece zarif ve de narin bir açelya gibi.
Işığını suyunu yeterince alınca, yerini de severse eğer, çiçeklerini açıyor,
güzelliğini sunuyor. Öte yandan son derece kırılgan, özen gösterilmezse hemen
boynunu büküveriyor, tıpkı aşık Defne gibi. O da Ömer’in gidişiyle hasretten
sararıp solmadı mı ne zamandır? Öylesine çaresiz bıraktılar ki onu, sonunda
sığınak olarak, onu hırpalayan konuları düşündüğümüzde, belki de en uzak
durması gerektiği, yanında yüzünün tutmayacağı kişiyi yani Ömer’i seçti yine
de. Ömer’den kaçması gerekirken ona sığınma çelişkisine düştüğünün farkında
olmasına rağmen... Hiçbir şey çözülmedi aslında, Defne söz verdiği gibi dertsiz,
tasasız bir Defne olarak, bir daha hiç gitmemecesine gelmedi. Yalnızca sığındı
Ömer’e.
İnişlerim,
çıkışlarım
O kendimden
kaçışlarım
Gidişlerim,
dönüşlerim
İçimdeki sır, o kısır döngülerim*
Geçmişteki Ömer’in çizdiği
yelkenliyi hatırlayın; Sadri Usta’nın “Koskoca denizde bir başına, o çelimsiz
haline bakmadan o denizin ihtişamına tek başına karşı koyuyor.” diye
tanımladığı hani. Tıpkı o çelimsiz yelkenli gibi yaşadığı fırtınalardan,
kaçışlarından, gidişlerinden ve dönüşlerinden dolayı yorgun ve de yaralı Defne,
mücadeleye -şimdilik nasıl yapacağını bilmeden- devam etmeden önce biraz
soluklanmak ve durulmak için, iniş ve çıkışlarından en az onun kadar yorgun Ömer’in
kollarında avunmak istedi çaresizce. Dilinden dökülemeyen sözcükler, yaş olup
gözünden aktı, içindeki zehri de biraz akıttı. İçinden taşanları biraz dökmenin
ferahlatıcı etkisiyle Ömer’in dizlerinde uyuyan Defne, tıpkı 20.bölümde
şirketinden kopma noktasına gelip de Defne’de huzuru bulmak isteyen, yalnızca onun
odasında onun kokusuyla huzurlu bir uykuya dalabilen Ömer’in bir simetrisiydi
benim gözümde.
Gözyaşların içimi eritiyor.
Ömer ise hoyrat ve karasal
iklimde, sert rüzgarlar eşliğinde yetişmiş, dikenleri çok. “Ayrı iklimsin apayrı/sert soğuk mağrur sevdalı”** Daha evvel de
demiştim, Ömer öğretilerinden dolayı temkinli seviyor. Yılların yerleştirdiği
doğrular, katı kurallar ve alışkanlıklar ha deyince kırılmıyor biliyorum.
Defne’den önce güven duygusunu, insanlara itimadını yitirmiş bir adamdı çünkü
o. Defne’den önceki hayatında yaşadığı acı tecrübeler onda bir inanç eksikliği
meydana getirdiği için Defne’ye karşı da önyargılarla dolu idi. Mesele Defne
değildi burada, mesele hayatını insanlara güvenmek üzere kurmamış, “kuramamış”
olan Ömer idi. Hayatında kendine yer bulmaya çalışan her kim olursa olsun bunu
hissedecekti zaten. Ömer’in önceden edindiği peşin hükümlerin, karakterinde
yarattığı tahribatın Defne üzerinden bir yansımasıydı bu. “Kolay mı bir alışkanlık zinciri boynunda/hükmeder benliğine istemesen
de”*** Defne’nin bu kiralık aşk oyununda yer almadığını ve kaçıp kaçıp
gitmediğini hayal edersek bu önyargılar bir açıdan haksızlık aslında. Ama
başlangıçta haksızlık olan önyargılar maalesef zamanla Defne’nin tutarsız
tavırlarıyla, yerini bulan haklı yargılara dönüştü.
Yine de Ömer, ister istemez
benliğine hükmeden öğrenmişliklerini, teker teker kırmaya çalışıyor.
“Güvenmiyorum!” deyip gidişi onun açısından da çok can acıtıcıydı ama onu da
yenmek için mücadele ediyor. Bir cevap alabilme umuduyla hiç sormadığı,
sorgulamadığı kadar düşüyor Defne’nin derdinin üstüne, her fırsatta bir cevap
almak için sıkıştırıyor onu. Ancak tüm çabaları, sertliği ve soğukluğu
Defne’nin bir kedi misali sokuluşuyla yerle yeksan oluveriyor. Defne bu sefer
de konuşmak istemediğinde, öncekilerden farklı olarak “Sen nasıl istersen.”
diye kendi kaderinin hükmünü de Defne’nin ellerine teslim eden Ömer, tam da
Defne’nin rüyasında gördüğü, “Sen nasıl mutlu olacaksan.” kabullenişiyle
Defne’nin taleplerini hiç sorgulamayan Ömer idi resmen.
Yüreğine kulak verdim nefes aldı ben dinledim.
Yolu tamamladığını iddia edemem
tabi, bu bölümde bile Defne “Tüm sorularına cevap vermediğim sürece bana
yaklaşmayacaksın değil mi?” diye sorduğunda sükût ikrardan gelir sözünün
hakkını verdi. Ömer’in eski Ömer’den bağımsız olarak, aşkının şiddetine
dayanamayarak, artık Defne’yi her haliyle ve her halükarda kabullenmesini ben
çok istiyorum. Ancak bu Ömer kendini nasıl kapıp koyuverecek aşka? Defne işin
içinden nasıl çıkacağını bilmeden “Kendini
bırak, bırak artık benim cennetime”** diyor. Bıraksan ya kendini artık
Ömer! Kolay değil biliyorum, Defne’nin taa en başında düşmekten çekindiği
uçurumun dibinde, kendini defalarca kan revan içinde buldun. Ama Defne’ye
yılbaşı partisinde dediklerini hatırla; “diken üstünde yaşayacaksın tabi, her
an uçurumun kenarında. Kontrol edemeyeceğin kadar hızlı giden bir aracın
içinde; korkarak, heyecanlanarak, titreyerek.” Ömer, Defne’ye “Tamam hiçbir şey
anlatmana gerek yok, ben sana güveniyorum. İstediğin zaman gel anlat veya
istersen hiç anlatma. Yeter ki bir daha gitmeyeceğine dair söz ver.” dese Defne’nin
yüzünün alacağı şekli, nasıl sevineceğini çok merak ediyorum ve o anın
gelmesini hevesle bekliyorum.
Zira ben bu ihtimal dışında,
nasıl olup da barışacaklarına dair fikirlerimi haftalar geçtikçe tüketiyorum.
Defne’yle beraber bulduğumuz çözüm yollarının hepsi birer birer kapanıyor. Defne
güçlenecek, bir şekilde parayı ödeyecek diyorum Neriman kabul etmiyor. Dede ile
biraz da olsa konuşup üzerindeki Neriman baskısını azaltmasını isteyecek
diyorum onu da Neriman engelliyor. Destek göremiyor ki hiçbir taraftan; Neriman
oyunu bitirmiyor(ki bitirse Defne ile Ömer evlenip onu da dolaylı yoldan köşke
kavuşturacak), Necmi Neriman’a çemkirmek dışında somut bir adım atmıyor. Defne
Ömer’e gidemiyor, Ömer boynundaki alışkanlıklar zincirini kırıp gelemiyor.
Olduğumuz yerde duruyoruz özetle. Bu, oyunla ilgili heyecanlanıp heyecanlanıp
geri yerimize oturmalar yakın zamanda soğutacak insanları diye korkuyorum
açıkçası. Canavarı dürtükleyip dürtükleyip uyandırmamak insanlarda bir süre
sonra “Nasıl olsa bu yaratık ölü, uyanmaz ki.” algısı yaratacak.
Aslında ben, birlikte yaşanan güzel
anların içinden devamlı ince bir sızı gibi geçen hüzün olmadan, ‘nasıl’ dolu
dolu aşklarını yaşayan, sarılıp gülüşerek hayatın ve aşklarının keyfini çıkaran
Defne ve Ömer olacaklar, onun derdindeyim. Bakın ne zaman olacaklar diye
düşünmüyorum, bölümlerdir ayrı olmalarına rağmen nasıl olacaklar diye düşünüp duruyorum.
Resmen şu an Defne ile aynı konumdayım, kafamdaki tüm ihtimaller kurudu. O
yüzden şu an bir tek Ömer’in aşkına yenilme ihtimaline tutunabiliyorum. Zaten
kalbine ve ruhuna ince ince sızmış Defne’nin, bir de beraber yaşamaları
sayesinde hayatındaki etkilerini yaşadıkça, ilerleyen günlerde elini attığı her
köşeden Defne’nin sıcaklığı ve samimiyeti çıktıkça sonrasında yokluğu daha da
ağır gelecektir Ömer’e.
Çünkü Defne’nin, derdinin
dermanını bulmuş olması dışında, Ömer’e ikinci gelişi tıpkı arabada tarif
ettiği gibiydi. “Kapını çalacağım, ‘Ömer ben geldim!’ diyeceğim.” demişti.
Aynen de öyle yaptı, “Ben geldim!” diye daldı içeri. Onu fark ettik Ömer’le
birlikte, daha gelir gelmez eve getirdiği sıcak iklimden. Dertsiz tasasız
değildi belki ama kesinlikle saçmalamayan, dolu dolu seven ve daha da önemlisi ‘yaşayan’
bir Defne idi karşımızdaki. Yaşadığı gibi de yaşatacak olan… Ömer her şeyin ona
benzemesini istemişti ya zamanında, işe evden başladılar. Evlenmek, beraber
yaşamak kimilerince fazlasıyla hafife alınan şeyler. “Çok seviyoruz madem
evlenelim.” sığlığında olaya yaklaşıp da sonrasında duvara toslayanlar çok.
Diş fırçalarımız bile yan yana çok güzeller
değil mi?
Halbuki evlilik, ne kadar
kalabalık bir ailede yaşasa da insanın tek kişilik dünyasında bambaşka
iklimlerde yetişmiş birine hem soyut hem de somut manada yer açması, kendi
alışkanlıkları ile karşısındakinin düzenini bir potada eritip aynı hayatı
paylaşması demek. O yüzden belki çok klişeydi, fazla “minnoş” gelmiş olabilir
kimisine ama ben çok gerçekçi, bir o kadar da sempatik buldum Defne’nin o evde
kendine yer açma çabalarını. Ömer de kendi tek kişilik düzeninin bozulmasına pek
ses etmedi. O kendine özgü düzeni içinde zerre sekmeyen yaşantısı, Defne
geldiğinden beri zaten sarsılıyordu ancak bu sefer en büyük sarsıntıyı yaşadı. Üstelik
nasıl da usul usul karşıladı durumunu? Geliyor kıvamına, geliyor. Defne’nin
sevimli hal ve hareketlerinin aklını çelmesinin paniği, Defne’ye bu kadar yakın
iken yaklaşamayacak olmasının gerginliği ve içeride Defne uyurken yatak
odasının kapısını “dışarıdan” kapatması gerekliliğinin hüznüyle o evde o iki
hafta çok zor geçer. İki hafta diyorum gerçi ama Defne gelişine dair bir başka
söz daha vermişti Ömer’e; kapısını çalıp “Ömer ben geldim.” diyerek geldiğinde
bir daha hiç gitmeyeceğini vaat etmişti. Bu geliş o gelişiyse eğer, belki de
sahiden artık hiç gitmeyecektir. Gitse de bıraktığı boşluk önceki gidişlerinin
açtığı gediklerden çok daha büyük olacak bu sefer.
Çünkü paylaşımdan kastım sadece
bu somut ‘yersel’ bölüşmeler değil elbette. Hayatı, mutluluğu, dertleri soyut
olarak paylaşmak da ilişkiyi daha derinden ve daha sıkıca ilmek ilmek bağlayan
şeyler. Defne ile Ömer, kendilerinden, önceki yaşamlarından, hayallerinden hiç bahsetmiyorlar
diye hayıflanırken şimdi aynı evin içinde yaşamanın da etkisiyle ne mutlu ki daha
çok şeyi konuşuyor, hayata bakış açılarına dair paylaşımda bulunuyorlar. Normal
şartlarda şirketinin batabileceğine dair bir haber alan Ömer kendi kendine o
evde kederlenir, karaları bağlardı. Şimdi de aynısını yaptı belki ama bir anlık
da olsa ona sıcak bir nefes getiren, “Her şey çözülecek, sen çözersin.” diye
sonsuz güvenini sunan Defnesi vardı yanında. Bu yüzden Defne’nin gidişi bir
başka koyacak Ömer’e. Çünkü bir kere Defne’nin elinin değdiği, kokusunun
sindiği o yatak odası daha da ıssız gelecek artık. Defne’nin kahkahasıyla canlanan
mutfağın neşesi sönüverecek, birlikte yemeklerin yeneceği o masa sessizleşecek.
‘Asistanının’ o evden elini eteğini çekmesi ile sevdiği kadının ardında onlarca
anıyı, belki saç bandını veya diş fırçasını da bırakarak gidişi arasındaki
büyük farkı hissedecek. Bu yüzden, tüm bu yoksunluk hissiyle, o büyük boşluğu
kapatmak için Defne’nin ardına düşen de Ömer olur belki de. Defne’nin varlığı
dışında hiçbir şeye önem vermeyecek Ömer’in geleceği günleri beklerken,
Ömer’den büaşka her şeyi teferruat sayan, ona her fırsatta destek çıkıp, işyeri
sırrını bile ifşa eden, üstelik de sesinin tonunu epey bir azaltmış Defne’yi
ben kendi adıma döndüre döndüre izleyebilirim. (Ayrıca hakkaten o Galo da
kimmiş ya, sanki bana Galliano, sanki Louboutin!)
Ömer’in zemherisinin ortasına bir
narin çiçek geldi kuruldu. Defne’nin daha önce getirdiği çiçek gibi, bu çiçeği de büyütüp yeşertmek, ona yerini sevdirmek Ömer’in marifetine kalmış. Aynı şekilde;
yetiştiği toprakların sıcağını sunmak da Defne’nin elinde. Yalnız çiçeklerin ortak
paydada buluşarak yepyeni bir habitat yaratmaları ve bunu her şeye rağmen
koruyarak yalnızca iki hafta değil bir ömür sürdürmeleri artık hepimiz
açısından farz oldu.
*Fikret Kızılok, İnişlerim çıkışlarım
**Yıldız Tilbe, Yalnız çiçek
***Akrep Nalan, Kolay mı?