Efendim merhabalar, ömrü hayatımın ilk ciddili Poyraz Karayel bölüm yorumunu yazıyor oluşumdan dolayı azıcık heyecanlıyım. Ayrıca takdir edersiniz ki oldukça ağır bir bölüm izledik, bu nedenle de çarşamba gecesinden beri göğsümde bir öküz oturuyor. Bu duygusallığın izin verdiği ölçüde mantıklı bir analiz yapmak niyetindeyim, şimdiden özür dilerim. Bir de bu yazının büyük bölümü Ayşegül-Poyraz ilişkisi etrafında şekillenecek gibi görünüyor, onu da en başından söyleyeyim.
Biraz geriden başlamak istiyorum izninizle. Poyraz Karayel’le tanışıklığımız geçtiğimiz yaza dayanıyor. Yani dizinin ilk sezon finali yayınlandıktan yaklaşık bir buçuk ay sonraya. Ağustos ayının ilk yarısını evde geçirdim. Kanal D’nin gündüz kuşağında verdiği bölümlerle de birden bire, nasıl olduğunu anlayamadan bağlandım kendisine. İzlediğim ilk sahne 4. bölümdendi. Poyraz’ın evinde, Ayşegül Londra’ya gitmek istediğini söylüyor. Mecbur olduğunu, mutsuz, çaresiz olduğunu anlatıyor. Zafer’in adamları tarafından saldırıya uğramış, aynı bölümde Poyraz Ayşegül’ün aslında Bahri’nin kızı olduğunu öğrenmiş falan filan… Siyah beyaz çekimler, bir karakteri dondurmak suretiyle öteki karakteri monologlar eşliğinde konuşturmalar. Poyraz’ın ‘Gitme…’ deyişi, ardından ‘…demek çok zor tabii’ diye ekleyişi, sonra Ayşegül’ün ‘Kal desen… kalamam zaten’i… Oyunculara baktıkça bağımsız, güzel bir yerli film izliyormuşum hissi… Masanın üzerinde üst üste dizilmiş Oğuz Atay kitapları, Poyraz’ın hepsini elinin tersiyle devirişi... Bir yerli dizide, her hafta iki saatin doldurulması gereken bir yerli dizide, böyle sanatsallıklar yapmak kimin harcı olabilirdi ki?
O günden sonra ilk sezonu internetten izlemeye başladım, sekiz-on günde de yirmi dört bölümü bitirdim. Ama nasıl bir bağlanmak, nasıl bir sevmek! Oyuncuların küçük bir kısmını tanıyordum ama açık söyleyeyim, ne yönetmeni, ne senaristi daha önceden duymuşluğum vardı. Senaryonun, hikayenin, kurgunun, çekimlerin, her şeyiyle Poyraz Karayel’in müptelası oldum birkaç hafta içinde. Fark ettim ki birçok insan benim gibi o yaz tanışmıştı bu güzel işle.
Çarşamba akşamı itibariyle 43. bölümü izledik. Dizi ikinci sezona başladığından beri kısmen daha uzun, üstelik hiç fire vermeden her hafta yayınlandı. Senaryoda bir takım eksiklikler oldu, çatışma ve antagonist yokluğu yaşandı. Tüm bunlar türlü komiklikler, romantizm ve güzel diyaloglarla, iyi oyunculuklarla kapatılmaya çalışıldı. Çok başarılı olup olmadığı konusunda tartışabiliriz, ama bu esnada üzerine düşünmemiz gereken asıl nokta bir hafta bile Ethem Özışık’ın bir şekilde toparlayacağından kuşku duymamamızdı.
Nitekim öyle de oldu. Kendisini her türlü zeka pırıltısından, çalışkanlığından öperim. İsmail Karayel ve Adil Topal karakterleri birbirine karışıp, biz tam senaryo çıkmaza mı giriyor diye düşünürken, akıllıca bir hamleyle asıl antagonistimizle tanışmış olduk. Hatta Ethem Özışık da bu eleştirilerin oldukça farkındaydı ki, hepimize selam çakarcasına Poyraz ve Adil karşılaşmasının yaşandığı bölümün fragmanında ‘Ben senin içindeki karanlığım’ dedirtti Adil Topal’a. İçimizdeki tüm gölgelere, tüm düşmanlarımıza selam olsun.

Delirdim sanıyorsunuz ama daha zamanı var gibi.
Dürüst olayım mı? Burçin Terzioğlu’nu 'Kadın İsterse’den beri tanırım, severim. Ama Poyraz Karayel’de zaman zaman İlker Kaleli’nin gölgesinde kaldığını düşünürüm. Oyunculuğuna haksızlık etmek istemem, asla. Sadece bu bölüm itibariyle anladım ki biz bu dizide başından beri Poyraz’ın uçlarını izliyoruz. Delirmeye giden yolda, mutluluğa giden yolda, sürekli olarak acıya giden yolda mesela, hiç fark etmez, hep Poyraz’ın aşırılıkları var. Belki de İlker Kaleli’nin tiyatral yeteneğinden kaynaklanıyor bu durum, şikayetçi de değilim şahsen.
Ayşegül’ün ise her durumda akılcı davranmak ve Poyraz’ı bir şekilde hayatta tutmak gibi bir görevi var. Anlayacağınız, Ayşegül olmasa Poyraz şimdiye kadar çooooktaaaan kafayı sıyırmıştı. Burçin Terzioğlu’nu o nedenle çok uç sahnelerde izlemedik hiç, Poyraz’ın radikalliğine ılımlı ve gerçekçi şekilde yaklaşması gereken bir adet Ayşegül canlandırdığından olsa gerek. Yalnız dün akşam itibariyle gördük ki bizim güzeller güzeli Ayşegül’ümüz Poyraz’ı kendi gölgesinde bıraktı. Burada bir iyi-kötü kıyaslaması, herhangi bir sıralama yapmak değil amacım. Bazı sahnelerde bazı oyuncular öylesine devleşiyor ki mesela bu bölüm, Burçin Terzioğlu’nu izlemekten birçok ayrıntıya odaklanamadım. Ah çünkü o ne güzel monolog, o ne güzel duygu geçirmektir! Ethem Özışık’tan rol çalarak o sahneyi senaryo formatında yazdım, umarım paylaşmamda bir sıkıntı olmaz.


Ayşegül’ün hamile olduğunu öğrendiğimiz fragmandan beri yadırgadığım bir şeyler var. Bir arkadaşıma ‘O çocuk doğmaz, bak görürsün’ demiştim akşamında. Ayşegül’ü anne olarak hayal edemiyordum, Poyraz ve Ayşegül ilişkisinin bir bebeğe hazır olduğuna da inanmıyordum. Hatta bebek fikrini baştan aşağı basit bulmuştum. Bu nedenle o kürtaj sahnesinden etkileneceğim, bırakın etkilenmeyi bu kadar içselleştireceğim aklımın ucundan dahi geçmezdi. Şimdiyse gerçek hayata dönmemi engelleyecek kadar benimle bu dert. Poyraz ve Ayşegül’ün derdi onları, sizi olduğu kadar beni de dağıttı.
Ayşegül’ün anne olmasıyla ilgili birtakım sıkıntılarım var dedim ya, onun da varmış meğer ve bunları dile getirdiği bu ekstra natüralist monoloğun beni kendi içine almasının en önemli nedeni bu. ‘Bir aile kurmak, çocuk sahibi olmak hayallerimin arasında ilk sırada yer almıyordu.’ diyor Ayşegül. Bu öyle inandırıcı ki, anne olmayı beklemeyen ama kendini birdenbire böyle bir durumun içinde bulan genç kadınla fazlasıyla empati kurabiliyorsunuz. Bir kürtaj sahnesinin beni böyle dağıtmış olabileceği düşüncesi hâlâ çok tuhaf. Bu Ethem Özışık’ın, Burçin Terzioğlu’nun ve bize kendilerini her türlü çıplaklıklarıyla gösteren, dolayısıyla onları pek yakından tanıdığımız Ayşegül ve Poyraz aşkının ortak başarısıdır. Bu son sahne de yıllarca hatırlanacaktır.
Yazı devam ediyor..