Kalbimiz
vücudumuzdaki onlarca organdan yalnızca biri. Hepi topu dört harf ve dört
odacıktan oluşan lalettayin bir organ denilebilir aslında. Ancak koca vücutta
da kimsenin üstlenemediği görevi üstlenmiş. Vücudumuza pompaladığı kan olmasa hayatta
kalmamız mümkün değil ki. Beyin öldüğünde bile insan bir müddet daha makineler ve kalp
sayesinde diğer organlarını canlı tutabiliyor. Bu fonksiyonel görevi yetmezmiş
gibi bir de insanoğlu ona sevdanın yükünü yüklemiş. Yürek diye adlandırmışlar
kimi zaman; bir kimsenin ruhsal yönünü ifade etmek için. Bazen de hislerin
kaynağını nitelemek için gönül demişler adına. Âşık olmaya da gönül akıtmak
tabi. İnsan, gönlündeki tüm istekleri, hisleri, sevgi ve düşünceleri gerçekten
akıtabileceği bir başka gönül bulduğu zaman aşık olmuyor mu? “Ayrılık ne biliyor musun? Ayrılık insanın
içini dökmekten vazgeçmesidir.”* demiş şair. Âşık olan insan içini de
gönlünü de döker çünkü ortaya. Herkesin kalbinin de yumruğu kadar olduğu
söylenir. Ne kadar doğrudur bilemem, hekim değilim sonuçta. Ama kalbin, sevdikçe
ve sevildikçe genişlediğine inanırım, belki de inanmak isterim. Gönlüne akan
bir diğer gönül ile o dört odacık yeri gelir salon salamanje olur. Gerçi ‘nohut
oda bakla sofa’ olsa da ne fark eder ki? İnsanın sığışmaya ‘gönlü’ olduktan
sonra…
Peki ya aşk?
Onun boyutu ne kadardır? Bir kalbe hatta belki bir göz odacığına sığacak kadar
mı, yoksa kalbin çeperlerini zorlayacak, genişletecek ölçüde mi? Kaç santimdir
veya belki günümüz aşklarında kaç megabayttır? “Aşk diyoruz hani nedir?/Eni nedir boyu nedir?”** Büyük aşk diyoruz
mesela bazen ama kime göre büyük neye göre büyük? Kaç duygu sığabiliyor aşkın
içine? Kimisi sadece tutkudan ibaret oluyor, kimisi acımaya daha yakın. Bazısı
daha çok şefkat barındırıyor içinde bazısı yoğun bir arkadaşlık. Hepsini içine
sığdırmayı başarabildiğimizde sanırım büyük aşk diyoruz ki böylesi ileride
hayat arkadaşlığına, ‘yoldaş’lığa evrilebiliyor. Sude dedi ya “Belki de bazı
kalplere aşk sığmıyordur” diye. Haklı aslında; bazı kalplere bazı aşklar
sığmaz. Kimisinin kalbinin sınırları daha nettir, siz ne kadar genişletmeye
çalışırsanız çalışın kapasitesi bellidir. Tası tarağı toplayıp temelli
yerleşmek için geldiğinizde birçok eşyayı kapının önünde bırakmak zorunda
kalırsınız. Aşkınız o kalbe büyük geldiyse bir marangozhanede ucundan biraz
kestirmeniz gerekebilir içiniz acıya acıya. Bu hikayenin sonunda da mutlaka
avucunuzda parça parça aşkınızla kalıverirsiniz. İsmail’in dediği gibi kalbin
girişine “Bu kalbe aşk sığmaz!” diye bir tabela asmak da mümkün değil ki.

Bazılarının kalbine de “Dikkat, ölüm tehlikesi! Girilmez!”
diye yazı asalım bence İso. Seeence?
Hatırlar mısınız
16.bölümde Defne Ömer’e “Bu aşk bana fazla geldi.” demişti. Bunun üzerine Ömer
de hayal kırıklığı ile “Benim aşkım mı fazla geldi sana?” diye sormuştu.
Kendince doğru bildiği sevme şekliyle sunduğu tüm ilgisini ve aşkını, Defne’nin
karşılayamadığını, taşıyamadığını sanmıştı. Diğer dertler aşılabilir, konuşulur
çözülür ama insan böyle devasa bir sevgiyi taşıyamayacaksa veya hali hazırda
zaten taşımak istemiyorsa bunun çözümünü bulmak zordur. Neyse ki Defne kendi
aşkının ona fazla geldiğini söylemişti. Terk edildiğini düşünen Ömer için biraz
umut ışığı idi bu. Defne’nin dağ evinden kaçışının nedenlerini hepimiz
biliyoruz, bunları açıklayamayan Defne’nin de gerçeğe en yakın izahı buydu.
Defne Ömer’i çok sevmişti, kendini bilmeden bir cenderenin içine sokacak kadar
çok hem de. Daha az vicdanlı veya daha gözü açık biri olsaydı, kendine aşık
ettiği Ömer’i kolayca parmağında oynatabilecekken bunu yapmayıp üstüne bir de
yüreğine kocaman bir aşkı sığdırarak olanca ağırlığını taşımaya çalışmıştı.
Şimdi bu
bölümle bu satırlar ne alaka diyeceksiniz belki ama ‘Defmer’sizlik başıma vurdu
ne yapayım? Yoksunluk sendromu yaşıyorum resmen. Zaten geçen hafta Ömersiz bir Defne
izlemiştik. Tahinsiz pekmez, rakısız balık, ketçapsız patates kızartması
gibiydi; kendi başına da güzel fakat Ömer’le bir başka güzel olan. 30.bölüm bir
parantez bölümüydü, kabul. Dizi içindekilerin bir açıklaması gibiydi adeta. Bu
hafta da parantezi kapatıp olabildiğinde kaldığımız yerden devam ettik. Ancak
hem Ömersiz Defne’yi hem de Defnesiz Ömer’i, üstelik de bu kadar azıcık görünce
kendi adıma tükendim diyebilirim. Defne’nin Ömer’i özlediği gibi ben de onları yan
yana görmeyi özledim. “Bitmiyor ayrılık,
dinmiyor gönlümün hicran yarası”*** Genellikle diziyi Defne ve Ömer’e,
onların aşklarına odaklanarak izleyip yazdığım için bu hafta biraz koptum
izlediğimden. Mücbir sebeplerden ötürü ayrı düştüklerinin farkındayım, geçici
bir durum olduğunu da biliyorum. Ama bölümü izlediğim sırada tutunacak bir dal
ararken Sude’nin bir sözü üzerine ben de Defne ve Ömer gibi düşüncelere daldım
işte. Aşk üzerine, Defne ile Ömer’in aşkları üzerine düşünüp durdum. Onlar da
benimle beraber düşünüyordu zaten birbirlerini ve bu işin sonunun nereye
varacağını.
Ömer tüm o
ağır çekim sahnelerinde, Defne ile tanıştığından beri yaşadığı tüm süreci, tüm
gelgitleri yeniden gözden geçirdi muhtemelen. Nereden ne açık bulurum, ipin
ucunu nereden yakalarım diye beyin hücrelerini yaktı. Akla en yatkın durum
elbette ki Defne’nin bir borcunun olması ve onu kapatmak için bu kadar
uğraşmasıydı. Ama Türkan Teyze bu kapıyı suratına kapattı. Şimdi kendimi
Ömer’in yerine koyup, hiçbir şey bilmeyerek düşünüyorum da önümde sadece zifiri
bir karanlık görüyorum. Para borcu değilse nedir bunu Defne’ye yaptıran? Ben
Ömer kadar olağanüstü zeki biri olmadığım için aklıma başka bir ihtimal
gelmiyor. Gerçi Ömer’in de henüz o zifiri karanlıkta bir titrek mum ışığı dahi
göremediğini düşünüyorum.(Kendime daha fazla safoz demek istemediysem demek ki.)
O sebeple gene en iyi bildiği alana, çizimlerine sığındı; kafa karışıklığını,
bilinmezliklerini, soru işaretlerini yeni çizimlerine aktardı. Bu saatten sonra
Ömer’in çizimlerinin tek ilham kaynağı Defne elbette ki; bazen aşkıyla bazen de
yarattığı soru işaretleriyle. Bunun üstüne bir de, belki de bir cevap bulabilme
umuduyla, Defne’nin çizimlerini gözden geçirip altındaki parafını yine yeni yeniden
okşamasıyla beni bir kez daha kalbimden vurdu. Sanki yanında olamayan Defne’nin
yanağını okşar gibi şefkat doluydu. “D” ve “Ö” yan yana, hem kağıtta hem kahve
telvesinde ne kadar da güzel duruyor değil mi?

Gideyim de kapüşonumdaki tilkileri doğal ortamına
bırakayım.
Defne ise
bedenen işinin başındaydı, Sapanca’ya gitmişti belki ama aklı da gönlü de
‘olması gereken yerde’ Ömer’in yanında kalmıştı. Fikret Galo meselesi onu hiiiç
ilgilendirmiyordu aslında. O, kafasında dönüp duran(hatta ara sıra montunun
kapüşonuna bile çıkan) tilkilerin, oyunu ifşa ederse olabileceklerin
derdindeydi. Nihan’la ve İso’yla konuşmalarında onu böyle pençelerini çıkarmış
bir aslancık gibi değil de mırnav kedicik haliyle görünce başını okşayasım,
“Korkma, ben yanındayım. Zor olacak ama her şey rayına girecek.” diye teselli
edesim geliyor. Zaten geçen hafta her ahval ve şerait altında sevilmeye, terk
edilmeyeceğini bilmeye ihtiyacı olduğunu test edip onaylamıştık. Bu yüzden
telefon konuşmasında, tüm gerçekler ortaya çıktığında da Nihan’ın her halükârda
onun yanında olacağının teyidini alan Defne, bana geçen hafta izlediğimiz 18’lik
Defne’yi hatırlattı yeniden. Ömer’den de ‘terk edilmeyeceğine’ dair bu kadar
kesin ve net sinyaller alsa bir dakika durmazdı yerinde eminim.
Defne’nin
Ömer’e söyleyemeyeceklerini Hulusi Bey ile konuşmak istemesi nereye varır
bilemiyorum açıkçası. Bölüm başında Neriman’ın dediği gibi; level atlamamız
lazım yoksa hikaye sarmala giriyor. Neriman bunu dediyse Meriç Hanım da
farkındadır bir şeylerin diye düşünüyorum. O sarmaldan bir parça da olsa
kurtulabilmemiz için Defne’nin Hulusi Bey’e az çok bir şeyler anlatması
gerekiyor artık. Çünkü bu yalandan yere heyecanlanıp sonra hiçbir şey olmamış
gibi devam etmeler bizi bu kısır döngünün içinden çıkartamayacak. Yine de ben,
bunca yıllık dizi izleme tecrübeme(!) dayanarak, Defne’nin oyunun tamamını
anlatmayacağı kanaatindeydim. Yanılmayı çok istiyorum lakin daha evvel de
“konuşacağım, anlatacağım” diye azimle yola her çıkışı hüsranla sonuçlanmıştı. O
nedenle Hulusi Bey’e gönlünü açıp, Ömer’e karşı tüm hislerini en içten haliyle
anlatmasına ve Neriman’a Ömer’in evliliği konusunda baskı yapmamasını rica
etmesine de tavım ben şu an için. Kendi tabiriyle ‘sürekli arıza çıkaran’ ve
panikleyen Defne’nin biraz durulması gerektiği kanaatindeyim. Bunu kendi başına
beceremediği de açık. Bu nedenle debelenip durduğu sarmaldan çıkabilmesi için İplikçi
kanadından bir desteğe ihtiyacı var.
Hulusi Bey o
konuşmada veya daha sonrasında oyunu öğrense de kızacağı kişi Defne olmayacak.
Hatta Defne’nin gerçek hislerini de bildiğinden bir ‘Hulusi Kentmenlik’ yapıp
onu sarıp sarmalamasını da bekliyorum. Ancak Neriman’a, sırf bir köşk uğruna
biricik torunu Ömer’i üzmek üzerine plan yapan kadına, karşı aynı hoşgörüyü
göstermeyeceğinden eminim. Zaten Necmi tarafı sallantılı olan bir adet Neriman,
bir de Hulusi Bey’den darbeyi yerse çok fena yıkılır ve bunun karşılığında da
bir alev topu olarak Defne ve Ömer ilişkisini yakmak üzere geri döner. Defne bu
ihtimali değerlendirdi mi bilemiyorum açıkçası. Ömer’e kavuşmak uğruna, hiçbir
şey düşünmeden körlemesine uçup kanatlarını yakmışlığı var neticede. Bölüm
boyunca kedicik halinden sıyrılıp da pençelerini çıkardığı tek an da otelde
Neriman’a karşı diklendiği andı. “Neriman Hanım’ı bitirmeden olmayacak bu iş.”
diyor, haklı da. Tüm düğümler gelip Neriman’ın elinde toplanıyor. Ancak onun diğer
elinde de keskin bir bıçak var. Defne o düğümleri çözmeye çalışırken, Neriman her
an Gordion düğümü efsanesindeki Büyük İskender gibi hepsini kesip her birini
ayrı yönlere savurabilir. Dikkatli olmakta fayda var.
Her ne kadar
Hulusi Bey’in şimdilik oyunu öğrenmeyeceğini düşünsem de, başından beri bu işin
içinde olanlar dışında birisinin daha öğrenmesi de heyecanlandırdı beni. Hele ki
bu kişi ele avuca sığmaz Sude olunca… Sude elbette ki biricik kuzeninin
kandırılmasına kıyamadığı için dürüstlük taslamıyor, o Ömer’e acı çektirmek
istiyor. Annesi ve özellikle de babası Ömer’in ailesini kaybetmesinden itibaren
onu el üstünde tutmuşlar. Daha fazla üstüne düşüp, çektiği acılardan dolayı ona
karşı daha toleranslı davranmışlar. Hani komşunun çocuğu evde yaramazlık
yaptığında “Bırak annesi, o daha çocuk. Elbette ki yaramazlık yapacak.” diye hoşgörülür
ama aynı şeyi evin çocuğu yapsa anne terliğinin tadına bakar ya, o hesap. Bu
tavır Sude’nin Ömer’e karşı içten içe bilenmesine sebep olmuş. Ama şimdi
ailesinin, o el üstünde tuttukları Ömer’i üzmek için bir adım atmış olmasının
keyfini çıkarıyor. Son hamleyi Ömer yapmıştı ve Sude’nin hayatındaki bütün
taşlar yerinden şöyle bir oynamıştı. Şimdi hamle sırası ona geçti ve normal
şartlarda Sude gibi bir kız bu kozu kullanmaktan çekinmez.
Yalnız onu
affedip zor anlarında destek olan Defne’ye karşı neden böyle imalı imalı
davrandı orasını anlayamadım. Nankörlüğü hiç sevmem Sude, yemin ederim hiç
sevmem! Sude’nin de Ömer’e oyunu anlatmayacağını tahmin ediyorum ama keşke onu
durduran Sinan yerine, Sapanca dönüşü Defne’nin Ömer’e olan aşkına dair bilmeden
yaptığı bir konuşma olsa ve biz bunu flashback ile önümüzdeki bölüm izlesek.
Sude’nin, Defne’nin aşkına ikna olmasını çok isterim açıkçası. Bu oyunu
sonradan öğrenen hiç kimsenin aklında Defne’nin Ömer’e olan saf aşkına dair
herhangi bir soru işareti kalsın istemem. Hele hele İz Hanım öğrenip de kendini,
Ömer’e hisleri hususunda Defne’den daha üstün görürse Defne’ye bırakmam yeminle
önce ben yolarım.
Bölümde Defne ile Ömer hiç yan yana gelmeyince biz!
Korişim bu
hafta gene can simidimiz, yüz güldürenimiz oldu sağ olsun. Hele Ömer’in evine
girmek için bulduğu yöntemle benim takdirimi kazandı. Bu kakırdatıcı soğuklarda
mümkün olsa da keşke ben de bu yöntemle işe gitsem diye geçirdim içimden. Ayrıca
baktığı falda çıkan üçüncü harfi de Defne’nin rüyasında gördüğü ‘üçüncü kişi’ye
yormak istiyorum müsadenizle. Ömer’i olur olmadık rahatsız etti belki ama o
olmasa Ömer’in yüzünü göreceğimiz de yoktu yani. Keşke Defne de görseydi diye hayıflandım.
Gerçi biz iki haftadır özlüyoruz onları ama onlar daha dün ayrılmışlar tabi. Yine
de bu bünye birtakım romantik flashbackler aramadı değil.
Türkiye’de “Aşk”
adıyla yayınlanan “Her” filminde
Samantha şöyle demişti; kalp içini doldurabileceğin bir kutu değildir, sevdikçe
büyümeye devam eder. Defne’nin de, Ömer’in de kalplerini büyüten aşkları ve aynı
yoğunluktaki hasretleri artık köpük köpük taşıp tüm bedenlerine ve ruhlarına
dağılıyor. Bizim gibi onlar da son sabır kırıntılarını kullanıyorlar. Kendi
adıma 30. ve 31. bölümü, ayrı bir rafa kaldırıp, gelecek hafta 29’u 32’ye
bağlayarak devam etme taraftarıyım. Daha güzel manzaralı yollarda ilerlemek
dileğiyle…
*Şükrü Erbaş, Senin
korkularını benim inceliğimi
**Abdurrahim Karakoç, Sevgi
yetmiyor
***Zeki Müren, Bir demet
yasemen