Son birkaç haftadır Muhteşem Yüzyıl Kösem’i izlemek iyiden
iyiye keyifli bir hale gelmeye başladı. Nasıl gelmesin…Bu hafta izlediğimiz 11.
bölümle birlikte üstüste üç bölümdür ufak tefek eksikler haricinde büyük bir
falsosu olmayan, oturaklı, yönünü doğru belirlemiş, en önemlisi de içine helesi
“ruh” kaçmış bölümler görmeye başlamış bulunuyoruz ekranda. 9. bölüme gelene
kadar bir bölüm iyi, bir bölüm çok iyi, bir bölüm “hiç olmamış, bu ne biçim
Muhteşem Yüzyıl böyle” diye karmaşık yorumlar yapmak durumunda kalırken son
üç haftadır aşağı yukarı aynı tonlardan eleştiri getirebiliyoruz.
Hele şükür senaryo ekibi yeni diziyle ilgili “deneme-yanılma”
uygulamalarını sonlandırmış ve “Muhteşem Yüzyıl’ın Başarı Sırrı” denebilecek
güvenli formüle geri dönmüş gibi görünüyor. Dur durak bilmeyen altı boş entrikaların
ve haliyle bu entrika çorbası sahnelere eşlik etmesi gereken aralıksız dinamik
müzik kullanımının bir sonu geldi de tabir-i caizse kafamız dinlendi. İki saatten
fazla bir zamanı ekran karşısında geçiriyoruz ancak çok şükür artık kafamız
yorulmuyor, izlediğimiz şeyi tadını çıkara çıkara izleyebiliyoruz.
Bebek beklediğini söylerken tekrar sevişen dünyadaki ilk ve tek çift olabiliriz Ahmet, sakin ol. Daha bir tanesi doğmamışken diğerini mi yapacağız? Ay dur gelme üstüme... Ayvan ^^
Seyirciler olarak bundan sonra diziden alacağımız tat adına
memnuniyet verici bir “köklere dönüş” bu ama yine de şeytanın avukatlığını
yapmadan da olmaz tabii ki. Eleştiri makamı ne için var? ^^ Bu güvenli formüle
geri dönmek iyi olmasına iyi ancak diziyi de ilk dizinin birebir aynısına
çevirmemek, işi tam düzelttik derken tekrar başka bir hataya düşmemek gerek
tabii. Zaten ilk haftalarda ilk diziyle arasındaki hikaye, karakter ve entrika
benzerliğinin fazlalığı ve “biz bu diziyi zaten izlemiştik yaa, neden aynı şeyi
tekrar izlemek isteyelim ki?” hissiyatının etkisi de reytinglere ve eş-dost
sohbetlerine bolca yansımıştı.
Hele bir de bu kadar benzer hikayeler ilk dizideki kadar başarılı da anlatılamayınca. Şimdi yeni diziyi artık rayına oturtmuş gibi
görünürlerken ellerinde benzer karakterlerin hikayelerini bambaşka şekillerde
anlatma, bundan sonra “özgün olma” fırsatı var. Muhteşem Yüzyıl’ın sihirli
formülüyle yeni karakterleri ve yeni tarihi olayları ilk dizinin tekrarı olma
hatasına düşmeden özgün şekillerde anlatmayı başarabilirlerse sanıyorum ki
bundan sonrası için reyting anlamında da seyircilerden gelecek tepkiler
anlamında da pek endişe etmeye gerek kalmaz.

Kardeş muska yazarım, fal bakarım, kurşun geçirmez cevşen yaparım, rüya yorumlarım... Çok kerametlerim vardır benim. Bu dizinin geleceği çok parlak, bak ben sana söyliyim. Sen de hayrına su tutuver bakam ayaklarıma. Kocadım artık, hiç vaktim yok.
11. bölüm yazının başlığına da ilham kaynağı olan cinsiyetçi atasözümüzün ibretlik bir uygulamasını izletti bizlere. 40 yıldan beri Topkapı Sarayı’na
ve devlete kök salmış olan koskoca Safiye Sultan’ın sonunu (en azından
haremdeki sonunu) zeka konusunda annesinden zerre kadar nasiplenememiş “aşık
kızı” Fahriye Sultan getirdi. Yani tam da Safiye Sultan’ın bölümün başında öngördüğü
gibi. Açıkçası seyircilerin genelinin aksine ben Fahriye Sultan karakterinde
Gülcan Arslan’ı izlemekten keyif alan birisiyim. Bence kendisi yeteri kadar
zarif, güzel ve kıyafetlerini de oldukça güzel taşıyan bir oyuncu. Sosyal
medyada biraz da canlandırdığı karakterden ötürü kendisiyle ilgili yapılan
yorumları açıkçası oldukça acımasız buluyorum.
Hep kıskançlıklarından yapıyorlar böyle, hiç çekemiyorlar beni. Mehmet'le aşkımızı çekemiyorlar. Çatlasınlar, hıh.
Ancak kabul etmek lazım ki ilk Muhteşem Yüzyıl’daki bütün
karakterler de dahil olmak üzere Fahriye Sultan karakteri son yaptıklarıyla
birlikte Muhteşem Yüzyıl evreninden gelip geçmiş en “salak” karakter olma şerefine
bileğinin hakkıyla erişmiş oldu. Doğru dürüst yazılamayan, Mehmet Giray’la o
kendilerince “dillere destan” aşk hikayesi seyircinin gözünde maalesef
inandırıcı olamadı ama Fahriye Sultan bu kadar ahmak bir şahsiyet olarak
resmedilmeseydi bari diyor insan. Ancak tıpkı Hürrem Sultan’ın haremde ve
sarayda yükselişinin önünü açan, iş bilmez ahmak entrikacılar sürüsü Mahidevran-Hatice ve Gülfem gibi, Kösem Sultan’ın yükselişini kolaylaştıracak bir
takım ahmaklar da lazımdı sanırım ki, Fahriye Sultan senaryoda şimdilik işte bu
işlevi yerine getiren karakter oluyor.

Olmaz olsun senin gibi evlat... Bak bacak kadar kız saraya geldi, bir sene ortalarda dolandı, hepimizin başına çoraplar örecek kadar erdi. Sen 20 yıldır dibimdesin, o çıyan kadar olamadın. Sen neden bu kadar erkek delisisin Fahriye, nedeeeeen???
Fahriye Sultan en büyük sırrını açık seçik bir kağıda yazıp,
bunu da olası bir “yol kesme” durumunda kendisini savunmaktan en aciz kişi
olacak olan sarayın efemine kuaförüne teslim etmesiyle (ne kadar da
basmakalıp bir gay klişesi ama!) hem validesinin hem de kendisinin idam
fermanını imzalamış oldu. Aslında bu bölüme kadar Kösem’le birebir muhataplığı ve
haliyle düşmanlığı bile olmamış olan kendisi, fırsatını bulunca kullanmaktan
geri çekinmeyen Kösem’in sinsiliğinin kurbanı oldu.
Aşk yüzünden kendisinin içine
düştüğü durumu görünce üzülmemek ve Kösem’e biraz kızmamak elde değil
hatta ama Topkapı Sarayı’nda saltanat sürmeye niyeti olanların “aptal olmak”
gibi bir lüksleri yok maalesef. Kendisinin hataları yüzünden en nihayetinde bir
anne olan Safiye Sultan çocuğunu koruyabilmek için Eski Saray’a gitmeyi
gururuna yedirmek zorunda kaldı ama sözünü tutmayan Kösem’in itirafı sonrasında
Sultan Ahmet halasının kellesini omuzlarının üstünde bırakacak mı, önümüzdeki
hafta izleyip göreceğiz.
Yazı devam ediyor...