Dizinin ilk üç bölümünü Med Yapım işlerinden adını sıkça
duyduğumuz Merve Girgin çekmişti.
Dördüncü bölüm dâhil olmak üzere bundan sonraki bölümleri 8 Mart doğumlu genç
yönetmen Emre Kabakuşak (Böyle
Bitmesin, Sakarya Fırat, Hatırla Sevgili, Yol Arkadaşım gibi birçok yapımda görev
almış) çekecek.

Çoğumuzun platonik kalp ağrısı
olmuştur. Belki hala vardır? Birini seviyorsun. Haberi yok. İçinde fırtınalar
kopuyor. Haberi yok. Acı çekiyorsun. Yine haberi yok. Elini uzatsan tutabilecek
konumdayken aranda görünmeyen binlerce kilometre uzaklık beliriyor. İmkânsızı sevmek tam olarak bu değil midir? Gülfem’in
dediği gibi aşk acısı bu, başka bir şeye benzemez. Benzemiyor. Önce hafif
hafif başlıyor. Gittikçe yangısı artıyor. Elinden bir şey gelmiyor. Gidip
söylemeye bile cesareti olmuyor. İmkânsız olduğunu bildiği halde Gülru’dan
vazgeçmiyor. Peki, aşktan vazgeçilir mi? Ya da aşk, vazgeçilebilecek bir duygu
mudur? Kalp ile aklın çeliştiği nadir olaylardan biri değil midir? Akıl, kalbe
ve mantığa söz geçirmemeye başlıyor. Sanki içinde fare var ve daima aşk denen
şey yüzünden içini kemiriyor. Bu nedenle Cihan, madem Gülru benim olmuyor o
zaman can’ımdan olurum düşüncesiyle hayattan, umutlarından ve yarınlarından
vazgeçme pahasına intihar ediyor.
O gün odana girmeseydim, senden aldıklarımı sana geri verebilseydim keşke!
Dördüncü bölüm böyle bitmişti. Yazıya nasıl başlayacağımı tasarlarken sondan başlamak istedim.
Böylece evlenme teklifinin açtığı yaralara daha sağlam verilerle gideceğimi
düşündüm. Bölümü başa sarıyorum. Mert’in cahil cesaretinin gövde gösterisine
(!) Geçtiğimiz bölüm Mert, tüm köşk
halkı ve çevresinin de şahit olduğu evlenme teklifi müsameresiyle son
bulunmuştu. Araya bayramın girmesiyle birlikte Gülru’nun cevabını öğrenebilmek
için iki hafta bekledik.
"Gülru, aşkım, benimle evlenir misin?" Böyle bir durumda hayır desen taş olursun.
Cihan,
geçtiğimiz bölümde Mert konusunda Gülru’yu uyarmıştı. Kararı kesindi. Mert’in
değil yüzünü görmeye, adını duymaya tahammülü yoktu. Âşık olduğu kızı kimseyle
paylaşmak istemiyordu. Romantik sayılabilecek evlilik teklifini de görünce
olanlar oldu. Eline ne geçirdiyse, çok sevdiği puzzle’larını bile, yerle bir etti.
Cihan odasında bunları yaşarken, Gülfem bol köpüklü banyosunda Ömer’le
geçirdiği geceyi hayal ediyordu. Mutluydu, uzun süre sonra adını dilinden
düşürmediği adamla birlikte olmuştu. Nasıl hayal kurmasın? – Hayal kurmak
geleceği makro ölçülerde yaşama isteğidir. – Ben bir de bu kurama; yaşanmış
olayları makro düzeyde hatırlama isteğidir, diyorum. Şimdilerde flashback diyorlar bu gibi durumlara;
ama hayal, benim lügatimde bir nevi flashback gibi bir şey. Yaşanmamış
olayları kurgularsın. Fakat yaşanmışları kurgulamak, yeniden boyut vermek bana
daha eğlenceli geliyor. Belki de beynimin çalışma sistemi bu yönde ilerlediği
için durumdan hoşnut kalıyorum.
Gülfem,
Cihan’ın kriz geçirdiğini öğrenir öğrenmez soluğu çatı katındaki odasında aldı.
Kardeşine karşı hiç olmadığı kadar açık ve içtendi. Adeta geçmişte
yaşattıklarını kusuyordu. Yaptığı hatanın farkında idi. Pişman da olmuştu. "Keşke!" diyordu. Ben de keşke diyorum. Keşke, Cihan’da içindeki enkazı görebilseydi. Birlikte
içine batan porselenden kuğunun parçalarını toplasalardı. Geçen zaman,
özellikle yaran varsa, içini daha çok kanatır. Debelendikçe kanı durduramazsın.
Gülfem’in iç hezeyanları debelendikçe kan kaybeden türden. Geçmişte her ne
yaşadı ve yaşattıysa peşini bırakmıyor. Bırakmayacak da. Yapmak istese bile
gururu el vermiyor. Böylece keşkeleri çoğalıyor.
Herkes oradaydı. İçindeki kin ve
kıskançlıkla "Yeşilçam’ı kapıya getirmişsin!" diyen Halide Hanım bile. Gülru,
ürkekliğinin yanı sıra biraz heyecanlı ve biraz da endişeli idi. Kabul edip
etmeme arasında gidip geldiğini hissettim. Emin değildi. Ömer Bey görmese belki
kabul bile etmeyecekti. Ve beklenen oldu. Gülru, estetik sayılabilecek el hareketiyle
yüzüğü parmağına geçirdi.
"Gülru
sana bir değil, iki değil, on gömlek büyük. On gömlek!"
Mert,
Gülru’dan aldığı cevabın gazıyla soluğu babasının yanında aldı. Çocuk
heyecanlı. Ondan mutlusu yok. Ama bilmediği çok şey var. Evlenme teklifli etmek
kolaydır. Edersin geçer. Lakin zor olan aileleri bir araya getirmektir. Recep
Efendi ile Salih Efendi. İki zıt baba karakteri. – Biri çocukları için her
şeyini feda edebilecek kudrette iken, diğeri zorbalıkla çocuğunun cebinden
harçlığını alabilecek acizlikte. Biri çocuklarına daha fiske bile
kaldırmamışken, diğeri ilaç dozu alırmış gibi şiddet uyguluyor. Benzeyen tek
ortak noktaları ise ikisinin de eşinin ölmesi. – Recep Efendi her ne kadar
anti-karakter bile olsa hak verdiğim yanları yok değil. Aralarındaki yaşam farkını
oğluna bir güzel yediriyor. Haklı. İşsiz, güçsüz, ayyaş ve densiz olması haklı
olmasını engellemiyor. Aynı sınıftan gibi gözükseler de aralarında uçurum var.
Adam kendini biliyor. En önemlisi kendini kandırmasına izin vermiyor. Şu an
çoğu ayık insandan bile dürüst (!) Bu nedenle yiğidi öldür; ama hakkını yeme. İlk bölümü yazarken Mert ve babası tez konusu
bile olur demiştim. Hatta Mert’e veryansın etmiştim. Babası burada açık
yüreklilikle birbirlerine denk olmadıklarını beynine kazımaya çalıştı. Ha,
dinleyen olmadı o ayrı. Bir
kızı bin kişi ister bir kişi alır, demişler. Mert, bu bin kişiden yalnızca
biri. Kızı aldı. Ya nikâhına alabilecek mi? Zor. Bu kafayla gittiği sürece Mine
gibi her an tetikte bekleyenlerin elinde kalır.
Mert,
artık babasını ve analığını nasıl ikna ettiğiyse akşam Sipahi Köşkünün
kapısında dikili-verdiler. Adam hem yan gelip yatıyor hem de alın teri ve emeğiyle
sorumluluğunu yerine getiren insanların konumuna gözünü dikiyor. İçme, insan
ol, çalış. Sonra bak bakalım sende de oluyor mu? Yattığın yerden, emek
harcamadan, çabalamadan havadan kimseye iş gelmez. Yok, öyle dava.
Çalışacaksın, emek vereceksin. Gerekirse gözyaşı dahi dökeceksin ki meyvelerini toplaya-bilesin. Ağzını açıp gelsin diye beklemeyeceksin. Bu arada Recep Efendi
rolüyle izlediğimiz Turgay Tanülkü’yü kutluyorum. Rolünün hakkını veriyor. Hem
isteme gecesi, hem de nişan gecesindeki bölüm süresini arttırmak için, kapı
ağzı beklemeyi olabildiğince uzatmışlar. Bundan dolayı izlerken canım
sıkıldı. İçim şişti. Bölüm sonunu
zor getirdim.
2666’nın
şu an için sırrını bilmesek de önümüzdeki bölümler dört haneli passcode’un
sihrini görmek istiyorum. Hiçbir şey umurunda değilmiş gibi gözükse de Gülfem
için önemsiz olamaz. Hikâyesi olmalı.
Jehan
Barbur’un sesini nerede duysam tanırım. 2008 yılından bu yana sesinin naifliğine
hayranım. İnsanın en derinlerinde sindirdiği paslı duygularını gün yüzüne
çıkarabilecek kudrete sahip özel seslerden biri. Sesini duyunca tüm
konsantrasyonum yerle bir oldu. Birçok olayın kısa sürede bağlandığı geçiş
sahnesinden biri olsa bile odaklanamadım.
Hekimoğlu
ailesi ayrı bir dert. Neye el atacağımı şaşırdım. Şu ana kadar Ömer ile ilgili
olağan sorunlar aksettirilmedi. Fakat ağabeyi Şevket ile yeğeni Taner’den
izleyici olarak çekeceğimiz var. Karısının yanında annesine, metresinin kocasının
yüzünü bu hale getirdiğini söyleyebilecek kadar midesiz ve insafsız bir adam
Şevket. Kendi dâhil herkese kin kusuyor. "Altın çocuk, teneke ağabeyinin paslarını
siliyor." diyebilecek hadde kardeşine kıskançlık duyuyor. Gizlemiyor da.
Kıskançlıkla bir yere varılmayacağını, zamanla için içini kemireceğinin
farkında değil. Kıskançlık duygusu insanı sarmaya görsün. Aslında başkasıyla
değil, kendi iç hesaplaşmasıyla alıp – veremediği olduğu için karşısındakini
cephe alarak savaşıyor. Oğlu, babasından beter. Plavboy. Genç. Zengin. Yakışıklı.
Birinci tekil şahısla hitap etmeyi severmiş. "Amcam bile olsa bir erkeğin
peşinden koşmam. Ben, Taner Hekimoğlu’yum" egolarında gezen, yolda görsem dönüp
yüzüne bakmayacağım son insandır. Sürekli eleştirdiği, annesine davranışından
dolayı aşağıladığı babasına gün geçtikçe nasıl da benziyor? Tohumu kötü. Genetik
kodlarında var çapkınlık. Kendince akıllı geçinen, herkese cevapları ardı
arkasına yapıştıran Yonca’yı bile şaşalattırdı. Yonca’sın kızım sen. Yonca!
Olacak iş mi? Hemen kendini salıverdin. Hoş, Yonca’nın çoktan kendini bırakası
varmış. Ün, zenginlik, nam birden nasıl
insanların kılıflarını attırıveriyor? Tamer Hekimoğlu’nun ağına düştü işte. Bu
kadar ucuzmuş. Yonca da sağlam pabuç değil. Bu defa Jr. Hekimoğlu sert kayaya
tosladı. Yonca ve şizofrenik semptomlarından çekeceği var. İlerleyen bölümlerde
oğluna niyet babasına kısmet, deyip Şevket’e saracakmış gibi geliyor. Neyse.
Aklınızın bir köşesinde dursun şimdilik.