Soluk soluğa koşan atlara andolsun!
Yeni bir seneden merhabalar efendim.. 2016’nın hepimiz için sağlık, mutluluk ve hayırlara vesile olmasını dilerim öncelikle.

Yeni senenin ilk yazısını eski senenin en iyi sahnelerinden biri ile başlıklandırmak istedim. Pek çoğunuza tanıdık gelmiştir sanıyorum. Hatırlamayanlar için; dizinin geçen sezonundan efsane “and sahnesi”nin giriş cümlesidir. Ertuğrul ve Alplarını bu hafta hiç at üstünde göremedik. Gözümüz gönlümüz hep “At üstünde kuşlar gibi dönen yâr!” kıvamında cenkler, şahlanışlar arıyor; yalan yok. Çok değil birkaç bölüm sonra arzu ettiğimiz o coşku dolu diriliş günlerine kavuşacağız diye umud ediyorum.

Yılın son haftasında 40. bölümü ile evlerimize konuk olan Diriliş yine seyirciyi soluksuz bıraktı. Noyan’ın efsunlayıp Dodurga’ya gönderdiği askerler hem obayı huzursuz ettiler hem de bize ufak çapta bir heyecan yaşatıp akabinde ruhlarını teslim ettiler. Baycu Noyan’ın ölen askerleri için yas tuttuğu sahneyi çok beğendim. Yas tutmak için toprağın altına girmek geleneği enteresanmış. Kendisi bu vesileyle bütün hırçınlığını ve negatif enerjisini de toprağa bırakmıştır diye düşündüm ama ne mümkün. Adam, uyuyan bir dev nasıl uyanırsa yeri göğü inlete inlete, öyle kalktı oradan. Bu adamı bir tek kan sakinleştiriyor. İkna oldum.

Gelelim Dodurga’ya.

Dodurga’daki bu dillere pelesenk “Katil Ertuğrul!” yakıştırması yetmedi mi artık Allah aşkına? Biz Oğuz töresini düşmana kitap gibi okutan Ertuğrul Bey’i çok özledik. Geçen bölüm Kocabaş’ın kellesini bir çırpıda kesip atması bir parça içimizi soğuttu gerçi. Yetmez ama soğuttu. Fakat Korkut Bey’i seyrederken yemin ediyorum başıma buz torbası koyuyorum ağrıdan. Adama anlatıyorsun anlamıyor da. Bir tutturmuş “Katil, obamı mahvettiniz, başımıza bela açtınız.” Hayatımda ilk kez dizi seyrederken karakterle konuşuyorum. Babaanneme benziyorum sanırım gittikçe. “Tabii canım, oban gül bahçesiydi de Kayılar bataklığa çevirdi. Önce yanındaki kadına bak sen. Oğlunda da dil pabuç kadar” gibi cümleler sarf edip sonra bir Oğuz Beyi’yle kavga ettiğim için kendime kızıyorum. Sanırım yakında sakinleştirici alıp susarak seyretmeyi deneyeceğim.

Süleyman Şah olsaydı böyle mi olurdu?

Zindandaki oğlunu istemek için El Aziz’e nasıl meydan okuduğunu hatırlıyor musunuz?

“Oğlum Ertuğrul serbest bırakılmazsa orada bir oba kurulurken burada bir şehir yıkılır. Halep’e yazık olur!” demişti. Kayıtsız şartsız evladının arkasında duran Süleyman Şah, bu hafta da Hayme Ana’nın rüyasında “Kutlu zafere ulaşıncaya kadar obanın ve evlatlarının başında ol Hayme!” diyerek hem Hayme Ana’nın hem de bizim gönül telimize basıp geçti. Ben niye bu kadar seviyorum ki Süleyman Şâh’ı? Görünce gözlerim doluyor, yalan değil. Eski sahnelerini döndürüp döndürüp izlediğim de doğrudur. Bunun temelinde ta çocukluğumdan gelen bir Serdar Gökhan hayranlığı var muhtemelen. Sonra karakterin çok iyi yazılmış ve repliklerin insanın içine işliyor olmasının, Serdar Gökhan’ın bize muazzam bir Süleyman Şah sunmasının da tabii.. Babam çok severdi Serdar Gökhan’ı. Bir kız çocuğu ufacık yaşta Serdar Gökhan’ı niye sevsin ki? Oturup niye her yakaladığında Gökçeçiçek seyretsin? Babasını çok seviyorsa, o seviyor diye bir şeyi sevmiş olabilir insan. Pek tabii bunları yapmanın makul bir yaşı vardır ama işte ben bildiğiniz küçük bir çocuktum Serdar Gökhan hayranı iken. Büyüdükçe hayranlığımdan bir şey eksildi mi? Hayır, arttı bile. Babamı kaybettikten sonra ona benzeyen, onu hatırlatan her şeyi çok daha fazla sevdim. Burada Süleyman Şâh’ı çok sevmenin, bir karakteri değil de babamı özlemek gibi özlemenin bendeki karşılığı budur belki biraz da.

Mola bitti. Konuya devam.

Kafesli çadıra, Ertuğrul’un yanına gelip ona yüzyılın sorusunu soran Korkut Bey’i ayakta alkışladım: “Oğlumu sen mi öldürdün Ertuğrul?” dedi. Hay maşallah! Adamı kafese koymadan evvel niye hiç sormadın canım Korkut Bey? Başı gözü ayrı oynayan bir Kocabaş’ın lafı ile kalkıp bin yıllık kardeş çocuğuna “katil” dedin, başka bir şey demedin. Aytolun’un karını öldürmüş olmasına hiç ihtimal vermiyorsun misal. Teşbihte hata olmazsa kazanın doğurduğuna inanıyorsun da öldüğüne bir türlü inanmıyorsun. Hatta o kadar ileri götürüyorsun ki iddianı “Yarın kellen önüme düşecek Ertuğrul!” diye dümdüz haykırıyorsun öyle.
Haykırma.

Korkut Bey Ertuğrul’un kafesinde ileri geri konuşur ve Ertuğrul da karşılığında dayısına haddini bildirirken Gündoğdu’nun “Baskın var!” haykırışı ile ortalık ana baba gününe döndü. Baskın olduğunu bile bile elini kolunu sallayarak çadırdan çıkan hanım teyzeleri saymazsak güzel aksiyondu. Özellikle Ertuğrul’un kafeste alt ettiği asker ve oradan kurtulmaya çalışma süreci.. Kayı ve Dodurga Hatunlarının cenk sahnesi de biraz karışık duygular uyandırdı bende. Nasıl desem, Aytolun ve Selcan’ın karakterleriyle paralel olarak güçlü biçimde savaşmaları hoşuma gitti. Ama Gökçe ve Goncagül o kadar kötü savaşıyordu ki buna rağmen o çadırdan burunları bile kanamadan çıkmış olmaları pek inandırıcı gelmedi doğrusu. Yine de alt metinde yatan Oğuz kadınlarının güçlü ve savaşçı olduğu, yurtlarını korumak için canlarını ortaya koyabilecekleri mesajını aldık kabul ettik. Yani en azından ben öyle okudum o sahneyi. O nedenle, niyetin halis olduğu yerlerde gözümüz kusur aramıyor efendim. Gönlümüzün sesine gözümüzün gördüğünden daha çok kulak veriyoruz, hamdolsun.

Dodurga’da bunlar olur ve sabırsızlıkla toy beklenirken, Deli Demir ve Halime cephesinde işler neredeyse Dodurga’dakinden daha heyecanlı ilerliyor. İkili önce handa Tangut ve askerleriyle çarpıştı. Tangut’un esir aldığı Halime Sultan eline geçirdiği bıçağı Tangut’un kalbinin az biraz üstüne saplayıp kurtulmayı başardı. Başardı mı ya da? Ama bunu da söylemezsem taş olmaz mıyım? Kalbine hançer yiyen adamın dörtnala at üstünde esir kovaladığı, üzerine de yakaladığı ve bir gram yorulma belirtisi göstermediği nerede görülmüş Allah aşkına? Bunun şaşkınlığını yaşarken orada öyle bir şey oldu ki yemin ediyorum her şeyi unutturdu yine. Gerçi şu an söylediğime göre unutmamışım ama tabii ben not alarak seyrediyorum. Neyse.. Deli Demir’in başı gidecek, Halime de Noyan’a esir düşecekken uzaklardan gelen iki ok iki Moğol askerini devirip Tangut’un da olay yerinden hızla uzaklaşmasını sağladı. Halime ve Deli Demir’i büyük bir belanın kıyısından kurtaran bu meçhul yiğidin kim olduğu konusunda hemen hepimiz hemfikiriz sanırım. O meçhul kahramanın Sungurtekin olduğunu düşünüyorum ben. Dediğim gibi bu benim değil -okuduğum kadarıyla- hemen bütün seyircinin tahmini. Öyle olduğunu farz ederek yorumlamak isterim ki, muazzam bir dönüştü. Kim olduğunu ispat edercesine pusatını havaya savurup Demir Usta’nın önüne kondurması da çok şık hareketti. Dediğim gibi etkisi öyle yüksek bir sahneydi ki yaralı Tangut’un dörtnala kaçışını bile kamufle etti.

Hz. Peygamber’in (sav) mağaradaki örümcek hadisesini selâmlayan İbnü’l Arabî’nin mağara sahnesi de yine insanın kalbine tesir eden türdendi. Tuğtekin’i toya yetiştirmeye gayret eden İbnü’l Arabî, derviş ve Geyikli fragmandan anlaşıldığı üzere bu maksatlarına vâsıl oluyorlar. Ama gelin görün -yanlış duyduğuma inanmak istiyorum- Tuğtekin canına kast edenin Ertuğrul olduğunu söylüyor. Burada kesinlikle bir iş var. Bizi bir ters köşe bekliyor olabilir ki öyleyse bunu el ovuşturarak beklerim; en sevdiğim.

Efendim yazıyı noktalamadan evvel Gündoğdu’nun Selcan’ın üzerine kuma almak istemesiyle ilgili de bir çift kelam etmek isterim. Almasın bence. Bir çift oldu sanırım. Şaka bir yana bu hususa İbnü’l Arabî’nin el atacağını ve hatta onun himmeti ve duâsı vesilesiyle bir bebek sahibi olacaklarını düşünüyorum. Ya da tam Türk filmi gibi Gündoğdu Goncagül’le evlenir ve aynı anda hem Selcan hem de Goncagül gebe kalır. Sonra olaylar olaylar..  Bu da işte milletçe en sevdiğimiz, elde değil.

Geldik bir yazının daha sonuna. Bu hafta buraya bir türkü değil ama başlığa atıfla o muhteşem “And Sahnesi”nin videosunu bırakıyorum. Bana iyi geldi, size de geleceğine eminim. Yeni yılda her şey gönlünüzce olsun.

Emek veren herkesin eline sağlık.

Haftaya görüşmek dileğiyle..


BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER