Hayatımda duyduğum en güzel isimlerden biridir Baran. Hem
ayakları yere basan bir kudreti, hem de insanın sızısına üfleyen bir şefkati
vardır bu ismin. Baran yağmurdur, berekettir, yeniden yeşermektir. Fakat işler
Karagül'e gelince, durumun nasıl değiştiğini biliyorsunuz. Halfeti'de güller
simsiyah açar, yalanlar duvar diplerinde yetişir ve Baran çoğunlukla ateş
fırtınası demektir.
Karagül'de neyi sevmişiz diye düşünürken bulduğum cevap beni
şaşırttı. Karanlığı, korkuyu ve dudaklarımızı ısırmayı sevmişiz. Kör kuyulara
bağırmak da güzel ama yangınlarda salınmak daha bir hoşumuza gidiyor. Ekibin
dört sezon Halfeti'ye sadık kalması, kök salması de çok ciddi bir etkendi. Zira
öykü İstanbul'a taşınsa, ne yalan söyleyeyim, aynı hazzı alacağımdan emin
değilim. Çünkü bu bir 'doku' hikayesi. Toprakla uyuştu bir kere, kazımak epey
zor olacak.
Ulaaan... Ulaaaan!
Kendal'ı ağlarken görmek toplam kaç haftanın hayaliydi? Onun
en büyük zaafını oğlu sanırken, hatırladık ki bir şey daha var; gıymetli
fıstıhları... Onların kavruluşunu görmek, bir 50 senelik yıprattı adamı. Baran'la
gerilen ipleri illa ki kopacaktı. Yangın bardağı taşıran son damla değil,
sürahiyi kaldırıp duvara fırlatan hamle oldu. Fakat bu büyük savaşta merak
ettiğim tek bir şey var. Kenan neden mütemadiyen fısıltıyla konuşuyor?
Ada babasının küçük kızıydı. Aslında hâlâ öyle. Baran'ı
reddedişi sevmeyişinden değil, babasına kızması gerekecekmiş gibi
hissedişinden. Kendal daha bebek doğmadan bir mezar almış, evet. Fakat Murat'ın
ölümcül günahını da salt Kendal'a yüklemek imkansız. Sen hobi olarak yine babanla
konuş Ada, konuşma demiyorum. Ama öldü sandı çocuğuna 20 sene sonra kavuşan
annene ''Sal kendini mommy, gidelim hadi'' deyişin fazla kreş düzeyi. Anlaşılan
kardeşlerin kavuşma zamanında da büyük bir heyecan yatıyor.