De ki: “Cinlerden ve insanlardan; insanların
kalplerine vesvese veren sinsi vesvesecinin kötülüğünden, insanların Rabbine,
insanların Melik’ine, insanların ilâhına sığınırım”
Güzel bir bölümün bende en çok iz bırakan sahnesiyle
giriş yapmak istedim. Evet, neler oldu neler. Kocabaş’ın kellesi gitti, Hayme
Ana yaralandı, Tuğtekin bulundu, Ertuğrul obaya döndü, döndü de kafese bile
girdi. Ama gelin görün bütün bu olan bitenin içinde Halime Sultan’ın “Sırtımızı
dayadığımız obamızı saran zehirli gazdan korkarım ben. Mine’l-cinneti ve’n-nâs!”
deyişi istem dışı bir “âmin” le karşılık buldu bende. İstem dışı derken yani
karşılıklı sohbet ediyormuşuz da o an karşısında Deli Demir yerine ben varmışım
gibi hissettim. Çok naif, çok gerçek bir sahneydi. Nâs sûresi’nin son âyetiyle,
obada görünür görünmez bütün varlıkların şerrinden ve fitnesinden Allah’a
sığındığını dile getirdi Halime Sultan. En önemlisi de bu değil mi? Zâhirdeki
düşmanla baş etmek kolay belki. Fakat görünmeyen varlıklarla, cismine âşinâ
olduğumuz fakat sireti suretine uymayan insanlarla mücadele etmek oldukça güç.
İşte biz, bize öğretilen bu kelamlara îman ederek ve elimizden geleni yapıp
gerisini Allah’a bırakarak, tevekkülle atarız adımlarımızı. Halime Hatun gibi,
yurdumuzu, vatanımızı tehdit eden görünen ve görünmeyen bütün varlıkların şerrinden
Allah’a sığınırız.

N
e güzel hainimizdin sen Kocabaş Alp!Gelelim gözbebeklerimizi en üst seviyede büyütüp hepimizi
ekrana çivileyen Kocabaş hadisesine. Şimdi haftalardır zaman zaman temponun düşük
olduğunu söylüyoruz, ama bu bölüm daha ilk dakikada bir kelle uçurulup bir de
Hayme Ana vurulunca şaşkınlıklar silsilesi yaşadığım doğrudur. Hainlerin şâhı
Kocabaş ihanetin bedelini kellesinin gövdesinden ayrılmasıyla ödedi. Kocabaş’ın
havada uçan kellesini ve boynundan fışkıran kanları görünce öyle bir çığlık
attım ki henüz uyumamış olan çocuklarımın televizyon başına üşüşmesine sebep
oldum. Ekranı kapatmaya çalışmak ve onları odadan çıkarmak şeklinde heyecanlı
ve ufak çaplı bir kriz yaşadık. Kocabaş’ın ölmeden önce makyajını da çok beğenmiştim,
ölüm şeklini de çok beğendim. Net. Böyle yürek yemiş bir hainin ölümü bir
köşede kendi kendine içtiği zehirle ağzından köpükler saçarak değil aynen böyle
kafası havada savrula savrula olmalıydı. Of
kelle kesmeye özendirici cümleler kurmaktan men ederim kendimi.
Kurgucuktan söylüyoruz tabii.
Zâlimler için yaşasın cehennem! Ertuğrul Bey kendisini öldürmeye yeltenen Kocabaş’a hak
ettiği cezayı verdikten sonra iş bununla kalmadı elbette. Obada hain bir değil
ki. Haydi, hainleri geçtik; obanın asıl sorunu hain olmayan ama gözü ve gönlü
karardığı için gerçeği bir türlü göremeyenler. Ertuğrul’un da, obanın da önünü
tıkayan onlar. Bunlardan biri de Korkut Bey. Ertuğrul Kocabaş’ı öldürünce “oğlumun
katilisin” diye ona doğru savurduğu hançer bahtsızlık bu ya gelip Hayme Ana’ya
saplandı. Ve işte o andan itibaren ortalık iyice karıştı. Hayme Ana’yı kapıp
çadıra götüren evlatları onu önce Allah’a sonra Artuk Bey’in şifâlı ellerine
emânet edip hemen Tuğtekin’in durumunu, obanın geleceğini konuşmaya koyuldular.
Devlet yönetmek böyle bir şey olsa gerek. Canın bedende durduğu müddetçe, değil
bir sevdiğin, tüm sevdiklerin ölüm döşeğinde olsa sen vatan kurtarmak,
devletini düşmanına çiğnetmemek durumundasın. Çünkü devlet âdâbı bunu
gerektirir. Burada merak ettiğim bir konu var. Ertuğrul at üstünde obaya giriş
yaptığı an bütün Dodurga bir olup “Katil!” diye bağırdı. Bu daha evvel de olmuştu.
Yine Ertuğrul’un obaya bir girişi sırasında Dodurgalılar el kol hareketleriyle
onu ihanetle suçlamışlardı. Demem o ki, Kayı Beyliği zamanın en itibarlı
beyliklerinden biri. Ertuğrul Bey, Moğollarla ettiği cenkler sayesinde Sultan
Alaaddin’in övgüsüne mazhar olmuş, kahramanlıkları dillere destan olmuş bir bey
oğlu.. Hatta efsane Süleyman Şah oğlu.. Nasıl
böyle bir çırpıda “katil, hain” diye yaftalanabiliyor? Bence Ertuğrul Bey’e dair
böyle bir iddiada bulunmak için insanın eceline susamış olması gerekir. Dodurgalılar’ın
seyrettiğimiz gibi böyle pervasız bir ahali olup olmadıklarını bilmiyorum ama hakikaten
öyle imişseler buna şaşırma hakkımı saklı tutarım. Yok, kurgu gereği böyle ise
o vakit yine de Ertuğrul Bey’e her bölüm Dodurgalılar’ın katil, hain vs gibi
kulplar takmasına feci halde üzülürüm.
Gündoğdu, başta Ertuğrul’a olağan fırçasını çekse de
gerçekleri öğrendiğinde elbette kardeşine hak verdi. İki kardeşin beylik
üzerine yaptığı konuşmada taraflardan Gündoğdu Bey’in cümleleri yer yer
Ertuğrul’u iğnelese de dev tatlı, yüreğe dokunan bir ağabey konuşmasıydı. Birkaç
bölüm önce obanın meydan yerinde birbirini yumruklayan iki kardeşi bu bölüm böyle
görmek bir Hayme Ana’yı bir de biz seyircileri bu kadar mutlu ederdi herhalde. Gündoğdu’nun
Ertuğrul’a yaptığı konuşma dışında Gümüştekin’e karşı sarf ettiği sözler de tam
Kayı Beyi’ne yakışır nitelikteydi. Gündoğdu konuştukça Gümüştekin’in rengi
attı, onun rengi attıkça da bizim içimiz soğudu oturduğumuz yerde. Kardeşini
vermeyeceğini ancak bu kadar güzel ifade edebilirdi bir bey ve bir ağabey. “Ertuğrul’u,
Süleyman Şah’ın emâneti otağımızdan hiç kimse alamaz” dediğinde ben yine bir Süleyman Şah hasretiyle
sızladım inceden. Tabii bütün bu olanlara Goncagül müdahale edene kadar
keyfimiz yerindeydi. Alplarıyla obanın meydan yerinde yürüyen Gündoğdu’nun
peşinden koştura koştura, o pek sevimli çehresiyle (!) babasının ne kadann iyi
bi insan olduğunu anlatıp durdu. Pek tabii Gümüştekin de Ertuğrul’un
masumiyetine inanıyordu(!) Çünkü üçkâğıtçılık bunu gerektirirdi.
Ertuğrul ve Gündoğdu istişâre sonucu, birtakım
şartlar öne sürerek Ertuğrul’un toy’a kadar kafesli çadırda kalmasına karar
verdiler. Tabii bu arada ümitlere göre Tuğtekin de iyileşecek ve böylece
Kocabaş’ın hain, Ertuğrul’un da masum olduğu anlaşılacak. Bu, elbette bu kadar
kolay olmayacak. Ertuğrul ve Gündoğdu kendi obaları için planlar kurar da Baycu
Noyan’ın eli armut mu toplar? Geçen hafta “ben bu kadar yiğide nasıl kıydım?”
diye gözyaşını sel edip akıtan sevgili Noyan bu hafta tüyler ürperten bir
âyinle bütün savaşçılarından Kayıyı yerle bir etmelerine dair söz aldı. Kan
içtiler bi de yine. Kocabaş’ın kellesi bile bana öyle dokunmadı yahu. Ne kanmış
arkadaş, iç iç bitmedi, doymadılar. Hâsılı Noyan’cığımız da kendi îtikâdınca
amel eyleyip Ertuğrul’u bozguna uğratmak üzere yola koyuldu. Haftaya bu bozgun
kimin yüzünü güldürecek, kime ne kaybettirecek merakla bekleyeceğiz.
Gelelim Geyikli’nin mağarasına.. Geyikli Bayırbucak
Türkmeni imiş. Bu vesileyle, düşmanın her çeşidiyle göğüs göğüse mücadele eden Bayırbucaklı
kardeşlerimize selâm olsun, Allah yâr ve yardımcıları olsun dilerim. Ayrıca
Tuğtekin’i tedâvi etmek maksadıyla mağaraya gelen Artuk Bey’le İbnü’l Arabî’nin,
Artuk Bey’in tahsil hayatı ile ilgili yaptığı konuşma da çok hoştu. Artuk Bey,
hekimlikte İbn-i Sinâ’nın, kelâm ilminde İmam Mâturîdî Hazretlerinin rahle-i
tedrîsinden geçtiğini söyledi. İbnü’l Arabî’nin de işaret ettiği gibi Türkistanlı
İmam Mâturîdî Hazretlerini yeterince tanımıyor olmak İslâm dünyasına pahalıya
mal oluyor. Pek çok yanlışa da beraberinde.. Belki de sırf o sahne vesilesiyle
birçok kişi bu ismin peşine düştü bugün. Pek çoğumuz İmam Mâturîdî
Hazretlerinin ilminden nasipleneceğiz belki de. “Kapılar içinden kapıların
açılması..” derken bunu kastediyordum hep.
Bu haftanın türküsü “Eziz Dostum” olsun mu? Bence
olsun. O halde buraya bırakayım, umarım severek dinlersiniz..
Emek veren herkesin eline sağlık efendim. Haftaya
görüşmek dileğiyle..