"John zaman kavramını kaybetmiş bir şekilde kardeşinin düştüğü uçurumun başında beklerken, sürekli ağlıyor ve hiç durmadan dua ediyordu belki bir mucize olur diye. Ancak sonunda hayatı boyunca Jane’i bir daha göremeyeceğini anlamıştı, onu bir kez daha kaybetmişti, onu bir kez daha kurtaramamıştı..
Yapabileceği hiçbir şey olmadığını anladıktan sonra uçurumun kenarından yavaş yavaş uzaklaşırken, birden ormanın derinliklerine doğru var gücüyle koşmaya başladı. Önüne çıkan her şeye tekme atıyor, her geçtiği ağaca bir yumruk sallıyordu. Bir süre sonra attığı yumruklar yüzünden elleri tamamen kanlar içinde kalmıştı. Canı yanıyordu, ancak yüreğindeki acının yanında bunun hiçbir önemi yoktu. Dakikalar boyunca bu şekilde ilerledi, sonra birden aklına ailesi geldi. Onları bulabilmek için, ormanın içindeki evlerini aramaya başladı. Normalde bu ormanın her köşesini bilirdi, ama bir türlü evini bulamıyordu. Her yöne bakıyor, fakat sürekli dönüp dolaşıp aynı noktaya geliyordu, yine de her seferinde tekrardan evini aramak için koşmaya başlıyordu. Bir süre sonra ise artık koşamadığını fark etti. Kendini zorluyordu, ancak sanki ayaklarına prangalar bağlanmıştı, bir türlü hızlanamıyordu ve bu daha fazla sinirlenmesine sebep oluyordu. Henüz neden koşamadığını bile anlamamışken birde üstüne göz kapaklarının ağırlaşmaya başlaması eklendi, gözlerini açık tutmakta ve önünü görmekte zorlanmaya başlamıştı. Çıldırmak üzereydi neler oluyordu? Bir süre boyunca üstündeki bu etkilerden kurtulmaya çalıştı, ama baktı ki olmuyor karşı koymaktan vazgeçti ve boylu boyunca yüz üstü yere kapaklandı. Belirsiz bir süre boyunca zihnindeki her şey silinene kadar orada, öylece baygıncasına yattı. Daha sonra uzaklardan bazı seslerin gelmekte olduğunu fark etti, seslerin ne olduğunu tam anlayamıyordu..
Sesler dikkatini çekince kafasını kaldırmaya çalıştı ve “Bu sesler de ne böyle?” diye düşünürken, gittikçe onların insan böğürtülerine benzediğini anlamaya başladı. Ancak önünü göremiyordu ki. Güç bela ayağa kalktı ve seslerin geldiği yöne doğru birkaç adım attı. Bir yandan da gözlerini açmaya çalışıyordu, ama ne fayda bir türlü doğru dürüst önünü göremiyordu. İki eliyle birden gözlerini açmaya çalışıyordu, fakat sanki gözlerine bir perde inmişti ne yapsa olmuyordu. Bu saçma sapan durum birkaç dakika daha onu etkisi altında tutmayı başarmıştı, ancak daha sonra birden gözlerinin üstündeki ağırlıklar kalktı, gördükleri ise inanılır gibi değildi. Karşısında ölüler vardı ve ona doğru yaklaşıyorlardı, genci yaşlısı, kadını erkeği. O an korkudan eli ayağına dolaştı, geriye doğru ister istemez birkaç adım atmaya başladı. Ölüler ise ona doğru yaklaşmaya devam ediyorlardı. Ancak çok yavaş yürüyorlardı ve kaçarsa onu yakalayabileceklerini sanmıyordu, ama yine de çok korkunç bir durumun içindeydi. Hepsi resmen çürümüştü, kiminin gözü yoktu, kiminin suratında böcekler dolaşıyordu, bazılarının vücutları ise delik deşikti, “Aman Tanrım hepsi iğrenç” diye düşündü. Neredeyse ölülerle arasında sadece 30-40 metre mesafe kalmıştı, vakti daralıyordu. Sağa sola bakınca “Ben neredeyim?” diye düşündü bir an, etrafta hiçbir şey yoktu, son derece puslu bir ortamdı ve tek gördüğü ona doğru yaklaşan ucu bucağı gözükmeyen ölü sürüsüydü..
"Daha fazla zaman kaybetmeye gerek yok!" diye düşünerek, arkasını dönüp koşmaya başladı. Evet koşabiliyordu, ayağındaki ağırlıklar gitmişti. Birkaç dakika boyunca o koştu, arkasından ölüler gelmeye devam etti, o kaçtı onlar kovaladı. Bu şekilde koşmaya devam ederken, birden etrafta bazı şeylerin belirmeye başladığını fark etti. Gördüklerini ne anlama geldiğini bilemiyordu, o kadar ilginçti ki. Hani sanki herhangi bir şehrin herhangi bir sokağıydı buralar; dükkanlar, yollar, sokak lambaları, arabalar, evler hepsi vardı. Lâkin her yer ateşle kaplıydı, yanıyordu ve bu yerlerin her birinden başka başka ölüler çıkıp onun peşine takılmaya devam ediyordu. O sırada son bir kez geldiği yöne doğru döndü ve oranın bir mezarlık olduğunu ilk kez fark etti. Ancak peşinde yüksek ihtimal onu parçalamayı planlayan ölüler varken bu konu hakkında durup uzun uzun düşünecek zamanı yoktu. Kaç dakikadır kaçtığını bilmiyordu, ama çemberin git gide daraldığının da farkındaydı, çünkü sürekli peşindeki ölü sayısı artıyordu ve artık sadece arkasından gelmiyorlardı. Hangi sokağa girse, muhakkak oradaki bir binanın içinden ya da bir duvarın köşesinden çıkıp onu takip etmeye başlıyorlardı. Bazıları birden karşısında beliriyordu, birçoğunun elinden son anda kurtulmuştu. O sırada o ana kadar dikkatini nasıl çekmediğini anlamadığı bir şey daha fark etti, yerler de yanıyordu, bütün zemin sanki kozla kaplıydı, ama o herhangi bir acı hissetmiyordu..
Birden karşısına ikiye ayrılan bir sokak çıktı. Sağa baktı yokuş yukarı bir ateş çemberi, sola baktı yokuş aşağı bir ateş çemberi, arkasını döndü ölüler gittikçe yaklaşıyor, ne yapacağını bilemedi. Yine de yokuş aşağı daha rahat kaçabileceğini düşünerek sol tarafa doğru ilerledi. Sokağın başını geçtikten sonra terk edilmiş bir araba karşısına çıktı, her şey gibi o da yanıyordu. “Yerdeki kozlar beni yakmıyorsa, herhalde bu da yakmaz.” diye düşündü, “Arabayı çalıştırabilirsem daha rahat kaçarım, zaten araba kullanmasını da az çok biliyordum, babam bana öğretmişti. Bir dakika babam mı? Doğru ya benim bir babam var, ailem var, kardeşlerim var, evim var, iyi de ben neredeyim peki? Ya Jane? Bunların hepsi bir kâbus mu? Gerçekten hâlâ bir kâbusun içinde miyim?” diye de zihnini kurcalamaya devam etti. Lâkin biraz fazla zaman kaybetmişti, bunu ise omzunda bir el hissedince anladı. Ölüler az daha onu yakalıyordu. Ancak üstündeki gömleğin düğmelerini koparıp, tekrar var gücüyle koşmaya başladı, az daha gömlek yerine onu alacaklardı. Hemen arabanın yanına geldi, ama o da ne? Camlardan kendi yansımasını gördü, ne üstü çıplaktı, ne kan ter içinde kalmış gibi gözüküyordu, ne arkasından gelen ölüler vardı, ne de herhangi bir yer yanıyordu. Tek gördüğü sokaklar, evler, arabalar, vs den ibaretti. Kafasını çevirip arkaya baktı ölüler duruyordu, tekrar arabanın camına baktı ölüler yoktu. “Kesin kâbus görüyorum!” diye düşündü, ama kâbusta olsa ölülere yakalanmak istemiyordu. Bu yüzden arabanın kapısını açmaya çalıştı ama açamamıştı, kilitliydi. O da hemen arabanın yanında uzaklaşıp sokaktan içeri daldı, bir iki dakika boyunca arkasına bile bakmadan koşmaya devam etti, sonunda karşısına koca bir duvar çıkmıştı, sağa baktı koca bir bina yanıyor, sola baktı üst üste duran yanmış parçalanmış onlarca araba, arkasına döndü baktı ölüler yaklaşıyor. Kaçacak yer yoktu, “Kapana sıkıştım?” diye düşündü..
O sırada sadece karşısına çıkan duvarın yanmadığını fark etti, "Bu bir işaret olmalı!" diye düşünerek ona tırmanmaya başladı. Allah’tan duvarda tutabileceği delikler vardı, yoksa dümdüz duvara nasıl tırmanacaktı? Tam yerden birkaç metre yükselmişti ki sağ bacağında bir şey hissetti, kafasını aşağı eğdi ve ölülerden birinin paçasından yakaladığını gördü. Birkaç kez tekme attı, ayağını yukarı çekmeye çalıştı, ama ne fayda, bir türlü ondan kurtulamıyordu. Aslında sadece şu paçasını yakalayandan kurtulsa yetecekti, fakat ya kurtulamazsam diye de tedirgin olmaya başlamıştı. Çünkü ölülerin hepsi duvar dibinde birikmeye başlamıştı, aşağı bir düşerse bundan kurtuluşu olmayacaktı. Kafasını yukarı kaldırıp biraz daha yükseğe tırmanmak için tutunacak yer aramaya başladı. Sol tarafında bir boşluk vardı ama sanki biraz fazla çaprazdaydı, bu yüzden diğer taraflara da baktı, ama ona en yakın delik oydu, bütün gücünü toplayarak kendini sola doğru savurdu, tam deliğe elini geçiriyordu ki, bacağındaki ölü bir kez daha onu aşağı çekmek için yüklendi. İşte o anda dengesini kaybetti, sol eli deliğe değil duvara geldi ve tutunamadı. Böylece sol tarafı tamamen boşlukta kaldı, neyse ki sağ elini sağlama almıştı. Her ne kadar biraz sola yatık olsa da hâlâ duvara tutunabiliyordu. Baktı ki olacak gibi değil, ölüden bir türlü kurtulamıyor, pantolonunu çıkarmaya karar verdi ve sol eliyle düğmelerini açmaya başladı. Zaten bütün düğmeleri açmasıyla birlikte ölünün de ağırlığını çeken pantolon üstünden kayıp gitti. Sonunda ondan kurtulmuştu, paçasından tutup onu aşağı çekmeye çalışan ölü olmayınca, sol tarafındaki deliğe çok daha rahat ulaştı ve ondan sonra da hızlıca yukarılara tırmanmaya devam etti. Belki yirmi belki de yirmi beş dakika boyunca tırmandı, artık kafasını aşağı eğdiğinde sadece puslu bir hava görüyordu. Baya yükselmiş olmalıydı, zaten sağ ve sol tarafındaki binalarla, arabalar da dakikalar önce gözden kaybolmuştu. Bu ne kadar yüksek bir duvardı böyle? Çık çık bitmiyordu, ama yapacak bir şey yoktu. Aşağı inemezdi, tek yol yukarıya tırmanmaktı ve bu yüzden birkaç saat daha tırmandı, ama ilginç olan bir şey daha vardı, hiç yorulmuyordu. Nasılsa bir rüya diye düşündü, bakalım sonunda bu duvar onu nereye götürecekti. Tırmandı tırmandı ve saatler sonunda duvarın sonuna ulaşabildi. Duvarın en tepesine de elini atarak kendini yukarı doğru çekti ve kafasını duvarın üstüne koydu. Fakat karşısına herhangi bir şey çıkmadı, görünürde hiçbir şey, gidilebilecek hiçbir yer yoktu, ne yani boş yere mi buraya çıkmıştı?"
Başlarken..
Geçen hafta, son zamanlarda sık sık olduğu gibi baya gerilimli bitmişti bölüm. Benim bu durum hakkında ne dediğimi de hatırlıyorsunuzdur muhakkak, ama ben yine de hatırlatayım; "Son birkaç haftadır bölüm sonları oldukça “yüksek” ve heyecan fırtınası şeklinde bitiyor. Gel gör ki yeni bölüm başlayınca o “yüksek” sahnelerin geçiştirildiğine şahit oluyoruz. Fatih ve Zeynep’in iki kere yakalanmaktan kurtulması, keza Fatih ile Şaziment’in yine yakalanmaktan kurtulması gibi.. Haliyle de haftaya böyle şok edici bir açılışla karşılaşır mıyız? Emin değilim.. Yani oradan çıksa çıksa Fatih’in, Ertan’ın Şevket’in yanında işe başladığını öğrenmesi çıkar, ama o bile çıkar mı? Du' bakalım.."
Sözün özü, son birkaç haftadır olduğumuz yerde patinaj çektiğimizi düşünüyorum.. Neden mi?
Tüm hikayeyi temelinden sarsacak konulara bakalım mesela.. Ertan’ın babalık mevzusunda bi’ gelişme var mı? Yok. Vahit konusunda haftalardır bi’ hareket var mı? Yok. Meryem gerçekten katil mi değil mi belli oldu mu? Hayır. Zeynep ile Fatih’in ayrılık oyunu ters teperek herhangi bir çatışmaya yol açtı mı? Hayır. Hem de Fatih her ikisinin de imzaladığı boşanma belgelerini Mukaddes’e teslim etmişken. Hani ertesi sabah davayı açtırıyordu Mukaddes? Şimdiye kadar davul zurnayla Mukaddes’in o mahkeme celbini Zeynep’e ulaştırması gerekirdi misal. Biraz da daha detay konulara dönelim.. Meryem’in çantasına koyulan ve içinden Vahit’in görüntülerinin çıktığı telefon için ortalık ayağa kalkacaktı, Birol’dan hala bir geri dönüş görmedik. Ne kadar zor olabilir ki kamera kayıtlarına bakmak, çalışanları sorgulamak? Hadi diyelim Birol olayı bilerek örtbas ediyor, peki Meryem hiç mi merak etmiyor da ne olduğunu sormuyor? Keza Ayfer’in, Şaziment ile Fatih’i sevgili sanması. Dedik kızına kıyamadı, ama Fatih’in gırtlağına çöker elbet. Eee, o konuda da herhangi bir ilerleme yok. Açıkçası düşünüyorum düşünüyorum, Ayfer gibi tez canlı ve fevri bir tiplemenin, böyle bir olay karşısında en ufak bir tepki vermemiş olmasını anlayamıyorum.. Kısacası her hafta, her bölüm sonunda sürekli bir şeyler vaat ediliyor, ama totale baktığımızda patinaj çekiyoruz son zamanlarda. Bu da hikâyenin akıcılığına zarar veriyor bence. Elde kullanılabilecek ve üstüne gidilebilecek saydığım gibi birçok malzeme ve hatta daha fazlası varken, bunları buzdolabında bekletmek ne kadar doğru, inanın bilemiyorum.. Bir diğer sorun ise; ilerde gerçekten şok edici bir açılışa neden olacak bomba bir final izlediğimizde, insanlar bunun etkisine giremeyecek bu gidişle. Çünkü büyük çoğunluk "nasılsa yine bir şey olmaz" diye düşünecek..
Özetle; bakışımızı henüz cevaplanmamış ve üst üst yığılmış soruları bulunan hikâyelere çevirir ve onlarda yol alabilirsek, karşımıza gidilebilecek yeni yollar ve çatışmalar da çıkacaktır. Sanırım neden böyle uzun ve bu tarz bir hikayeyle yazıya giriş yaptığımı daha net anlamışsınızdır şimdi.. Bölümü incelemeye geçersek..