Unutmak nasıl da bir çırpıda
dökülüveriyor dilimizden? O ânda neden dilimiz lâl olmuyor? Yaşanan, hissedilen
ve duyulan onca şeyden ve zamandan sonra kolay mı? Sahi siz, hiç bir insanı
unutmak zorunda kaldınız mı? Ne güzel söylemiş Can Dündar;
“Hiç bir insanı unutmak,
Bir insandan vazgeçmek,
Bir insanı hayatından
Sonsuza kadar çıkarmak zorunda kaldın mı?
Hani ölmüş gibi,
Hani uzatsan da elini tutamayacağın gibi,
Her ân kapıdan içeri gülümseyerek gireceğini
bekleyip
Ama aslında hiç
Gelmeyeceğini de bilmen gibi.
…
Sen hâlâ bu kadar sevgili iken?
Özlemek,
Bu kadar özlemek,
Etini kemiğini yakarcasına özlemek…
Çok kötü değil mi?
Bu kadar özleyip onu
Görememek,
Ona dokunamamak,
Onu işitememek,
Artık sonun “pi” hâli değil mi?
…
Ne zordur değil mi?
Ne kadar eritir insanı fark etmeden,
Sende biliyorsun değil mi
Bunları?
Bir sinema koltuğunda sende
İki kişi gibi oturdun mu hiç?
Hiç iki kişi gibi zevk aldın mı
Bir konserden yalnız başına?
Güzel bir kafe keşfettiğinde,
Güzel bir film seyrettiğinde,
Güzel bir şarkı dinlediğinde…
Güzellikleri oranında eksik
Kaldıklarını hissettin mi
Paylaşmadığın için onunla…”
Bu satırlar, unutmamanın
listesinde uzar gider… İşte bu nedenle, unutmak hiç kolay değildir. Ha deyince
de unutamıyorsun. Bir kum tanesi yüreğine yerleşiyor, sonra çoğaldıkça artıyor.
Bir bakmışsın ki o, sende çöl olmuş. Siz hiç yaşadığınız bir çölü unutabilir
misiniz? Ben unutmam. Çölün her zerresindeki kumları teker teker bilirim. Bu
kadar içime işlemiş olan birini unutmak; hiç de kolay değil.
Gözleri, bakışları, kulağında
yankılanan sesi… Unutulur mu hiç? Hele ki o kum tanesi ile büyüdüysen. Zamanla
birlikte yaş aldıysan. Yediğin yemek, içtiğin su, yürüdüğün yol, gördüğün ağaç.
Gözünle gördüğün ve tadını aldığın her duyguyu yüreğinde onunla paylaştıysan;
unutabilir misin hiç? Sen çoktan o olmuşsun. Söylesenize zaman da geçse, devran
da dursa nasıl aklından, fikrinden, zikrinden ve en önemlisi de yüreğinden çıkarabileceksin
onu? Sana ondan geriye miras kalan bu duygular nasıl unutulacak?