Bazen bir dal, bazen bir yaprak, bazen de çiçek. Unutmamak için çok sebebimiz var
Ancak ellerinin arasında kayıp gittiğinde zamanın nasıl geçtiğini anlayabiliyorsun. Geriye boş hayâller, yıpranmış umutlar ve amaçsız bir hayat kalıyor. Dile getiremiyorsun. İçindeki coşkun akarsuları kimseye anlatamıyorsun. Neden? Unut diyecekleri için. Başkası tarafından telaffuz edilen bu sözcük yüreğine ok gibi saplanıyor. Unut gitsin. O zaman diyorsun ki, keşke benim değil de söyleyenin dili lâl olsa. Olmuyor. Canını ne kadar yaktıklarını bilmedikleri gibi, bu amaçsız ve acımasız sözcüğü de dillerinden kaydırıveriyorlar. Unut diyorlar. Bilmiyorlar ki geçen zamanı unutamıyorsun. Zannediyorlar ki takvimde değişen günler sadece geçip gidiyor. Lakin öyle değil. Takvimde geçen her sayı senin gönül mapusundaki çentikler oluyor. O geçen günler var ya… İçini zehir misali kaplıyor. Geçen her gün ve gecede bir kere daha mızrak yüreğine saplanıyor. 
 
Şimdi Ömer diyor ki unut. Yaşadığımız kötü ne varsa unut. Peki, Ömer. O kadar mı kolay oluyor bu işler? Gülru’nun kalbindeki ok yaralarını nanoteknolojiyle bile düzeltemezsin. Hani ünlü bir plastik cerrahsın ya, ona hitaben dedim. Hani aklının bir köşesine iliştiriver diye. Diyorsun ki papatyalar. O papatya kazasındaki masum kız da, biz de hiç unutmadık. Ama sen dedin ki yaşadığımız her şey yalanmış. İşte Ömer, biz bunu da unutmadık. İki dal çiçekle, birkaç süslü cümle ile yaşanılan onca şeyi ve kaybedilen zamanı unutamıyoruz. Özellikle de masum ve günahsız peri kızını. Sizin bir kızınız olacaktı Ömer. Gözleri annesine, gülüşü sana benzeyen. Ama sen ne yaptın? Sevdiğin kadının tutunacak dalını çaldın. Ne olacaktı ki o davayı açmasaydın ve pis intikam oyununu oynamasaydın. Yine canı en çok yanan sen oldun. Ha bir papatya saflığında sevdiğin kadın!

Bir ki üç diyoruz ve herkes bu pozu alıyor
 
Aslan Kral’ın yani Vega’nın “İlk Türk tasarımcı bir Sipahi olacak.” sloganından sonra Cücü’nün köstebekleri Gülfem’in ağzının sularını akıtmaya, iştahını kabartmaya yetti. O ânda Gülfem’in Kaf dağının bir ucunda olan egosunun bir paraşüt gibi sönmesi, hattâ patlaması bilindik bir tepkiydi. Aslına bakarsanız Güllerin Savaşı’nda bu tarz ve türevlerinde o kadar fazla sahne izledim ki artık hiçbir şekilde beni cazibesi altına almıyor. Gülfem’in öfke krizleri, Gülfem’in egosu, Gülfem’in buz gibi duvarları vs. Her defasında Sevgili Canan Ergüder rolünün hakkını fazlasıyla veriyor ve kapı gibi arkasında duruyor. Eğer bu rolü başka bir oyuncu oynasaydı Gülfem Sipahi'yi bu kadar konuşmazdık. İzleyici olarak söylüyorum ki aynı fazlı sahneler ekrana odaklanmamıza engel oluyor. Çünkü “Aa, biz bunu zaten görmüştük.” diyorum(z). Hikâye olarak tüm klişeleri üzerinde barındırırken bari aynı kavram içeren sahneler kurmayın.


58. bölüme aitiz amma montajda 59'a giriverdik!

Aslan Kral tipoloji olarak sağlam karakter olma yolunda ilerliyor. Gülfem’e ilk defa psikolojik hastalığının tanımlamasını yapan tek kişi! Doğru yorumlamayla nokta atışı yaptı. Gerçekleri yüzüne vurdu. Gülfem her ne kadar umursamıyorum ayağına yatsa da bal gibi de Tibet’in sözleri içine işledi. Canını yaktı. Kardeş sevgisinin, her ne olursa olsun bir olmanın, paylaşmanın ne demek olduğunu hatırlattı. Sadece Gülfem’in yüz ifadesini izlediyseniz ne demek istediğimi anlamışsınızdır.
 
Bu arada dizinin alt başlığında barındırdığı “moda” dünyasına haftalar sonra nail olabildik. İki Gül’ün esas çarpışması gereken ana noktalardan biri moda olacakken, saçma sapan olaylar ile algımızı bambaşka bir lokasyona çevirmemizi sağladılar. Hâlbuki moda denen kavram öyle çatışma noktası barındırırdı ki, yapamadılar. Bir ân gerçekten ne iş yaptıklarını unutmuştum. İlk başta aynı adama aşık oldukları için savaştılar, ardından bu defa biri kardeşi için diğeri dostu/eşi için savaş verdi, sonra modaya bakışlarımızı çevirdik, yine kardeş ve eş için savaş silahlarını kuşandılar ve şimdi de kardeşlik bağını sorguluyoruz. Aslında gelinebilecek ve işin içinden en çıkılamaz durum kardeşlik bağıdır. Birbirlerinden delice nefret eden iki rakip kadının kardeş olduğu ortaya çıkıyor. Olaya gel! Bu kapı daha çok emek yer.

Bildiğin olmuşlar! SevHan'cıları göreyim^.^

Geçen sezonda (Mayıs ayı) Raninitv olarak Sercan Badur’un söyleşisine katıldığımda Cihan ile ilgili ilginç ve merak edici ipuçları edinmiştim. Söyleşinin bir bölümünde Cihan’dan bahsedildiğinde ise Sercan Badur, bundan sonra bambaşka bir Cihan izleyeceksiniz demişti. Güllerin Savaşı’nı yazmaya başladığımdan bu yana Cihan’ın değişimini en çok merak eden ve isteyenlerdendim. Çünkü Cihan, bu gün betimlediğimiz, altın gibi kalbi olan tanımlamaya bire bir uymaktadır. İnce düşünceleri, adam gibi adam olması, başkasının enkazına bile sahip çıkabilecek cesarete sahip bir yüreği olması gibi birçok özellik barındırıyor. Küçüklüğünden süre gelen bir alışkanlık üzerine köşkte arasının iyi olduğu tek insan Gülru idi. Hâl böyle olunca ve Cihan’ın çevresinde karşı cinsten etkilenebileceği bir örnek olmayınca Gülru’ya karşı olan hislerini aşktan ibaret sandı. Çok doğal. Şimdiye dek böyle bir duygu ve algıyla kimse karşısına çıkmamış. Ciddiye dahi almamışlar. İlk defa Cihan’ı adam yerine, bizim çitlembik hemşiremiz Sevgi koydu. Şimdi ise, her ikisi de duygularına daha yeni adapte oluyor. Kaldı ki bu bölüm Sevgi ile Cihan arasındaki çekimi algılayabildik. Bundan sonra hayat Cihan için de, Sevgi için de daha iyi olacak. Hem abla onayı da varken bu fırsatı kaçırmasınlar. Yalnız şöyle bir durum söz konusu; Gülru bu yakınlaşmaya her ne kadar ılımlı yaklaşsa da zaman içinde, içten içe Cihan’ı Pıtırcıktan kıskanacak gibi geliyor. 

59. bölümde emeği geçen herkese teşekkür ederim. Bir sonraki bölümde görüşmek dileğimle, sevgiler...

Mortissa


Halide, Gülru ve kardeşlerinin annesinin ölümünden sorumlu mu?

 

 

BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER