Hikâye şudur ki "Zümrüdüanka, uzun yıllar boyunca yeryüzünde yaşamış olan, oldukça güzel ve güçlü bir kuştur. Ancak Zümrüdüanka'nın ömrü sona yaklaştığında, yaşadığı tüm dünya yıkılmaya başlar. Kendisinin bir gün öleceğini bilerek, son bir kez güneşe uçar ve bir ateş topu gibi yanarak ölür. Ancak bu ölüm aslında son değildir. Kuşun külü, yerden tekrar yükselir ve Zümrüdüanka'nın bir yavrusu olarak yeniden doğar.
Bu döngü, Zümrüdüanka'nın ölüm ve yeniden doğuşu arasında sürekli bir yenilenmeyi simgeler. Zümrüdüanka'nın bu ölümsüzlüğü, yeniden doğuşu ve sonsuz yaşamı temsil ettiği düşünülür."
"Zümrüdüanka'nın hikayesi, sadece bir kuşun doğasıyla ilgili değil, aynı zamanda insan ruhunun direncini, zorluklarla başa çıkma gücünü ve her sona rağmen yeniden başlayabilme yeteneğini simgeler. Birçok kültür, Zümrüdüanka'yı, ölüm ve doğum arasındaki döngüyü, umudu ve direnci temsil eden bir figür olarak kabul eder."
Başta şöyle bir şey söylemek istiyorum; bu yazıları değer verdiğim bir diziye olumlu anlamda bir katkı sağlayabilirsem mantığı ile yazıyorum, kimseye iş öğretme hadsizliğinde değil...
Devam edeyim:
11. bölüm, hikâyede yeni bir devrin başlangıcını simgeleyen, "devran döndü" diyebileceğimiz sürecin ilk adımlarını atmıştı. Ne var ki, 12. bölümde yaşanan büyük aksaklıklar, bu etkileyici yükselişi sekteye uğrattı. Daha önce
yazdığım yazıda da belirttiğim üzere (detayları aşağıdaki linkte bulabilirsiniz), bazı karakterlerin dönüşümü ve değişimi hikâyeye hizmet etmek bir yana, adeta ona gölge düşürüyordu. Ancak, 13. bölüme gelindiğinde, hikâye yeniden 11. bölümdeki rotasına kavuşmuş gibiydi; bu da, izleyiciye bir toparlanma umudu sundu... Tüm ekibin emeğine, kalemine sağlık...
Bu duruma bir benzetme yapmak gerekirse, araba kullandığımızı hayal edelim. Önümüze birkaç yol çıktı ve birini seçtik. Ancak kısa bir süre sonra yanlış yola saptığımızı fark ettik. Direksiyon hâkimiyetini kaybetmek üzereyken, biraz ileride doğru rotaya dönmek için başka bir yol bulduk ve ona girdik. İşte hikâyedeki gidişatı da tam olarak böyle görüyorum. Bu düşüncemi detaylıca açıklamam gerekirse, aşağıdaki yazımda sebeplerini bulabilirsiniz:
Cesur Karan (?)
Bir önceki yazımda karakter ve hikâye gelişimleri ile değişimlerine odaklandığım için bir anda değişen olayları ele almıştım. Ancak Cesur karakteri, doğru bir gelişim ve tutarlı bir devamlılık sergilediği için ona özel bir yer ayırmamıştım.
12. bölümün final sekansında ve 13. bölümde Cesur’u, yani Taner Ölmez’i ön planda görmek oldukça keyifliydi. Çünkü bu bölümlerle birlikte dizi, asıl vaat ettiği hikâyeyi nihayet sunmaya başladı. Bu anlatıya Taner Ölmez’in harika oyunculuğu da kusursuz bir şekilde eşlik etti. Özellikle Melis Sezen ile karşılıklı oynadıkları sahne, oyunculuk açısından doruk noktasıydı ve büyük bir alkışı fazlasıyla hak ediyor. Cesur’un, karakter gelişimi açısından en iyi ilerleyen figür olduğunu söylemek ise hiç yanlış olmaz...
Cesur ve İskender, aralarında derin paralellikler barındıran iki karakter. Ancak burada önemli bir soru ortaya çıkıyor: Cesur gerçekten Aysel ve İskender’in öz oğlu mu?
Geçmişe baktığımızda, Cesur’un 7 yaşında terk edildiğini ve bir yerde mahsur kaldığını öğreniyoruz. Bu travmatik deneyim, İskender’in de aynı şekilde kuyu gibi bir yerde ve yangında mahsur kaldığı anıyla neredeyse birebir örtüşüyor. Yani, her iki karakterin de benzer kaderleri yaşadığını söylemek mümkün.
Ancak Karga, Cesur’u rehin aldığında Aysel’in söylediği “Bu çocuğu orada bırakmayız” repliği, Cesur’un öz çocuk değil, kendi çıkarları için yetiştirdikleri biri olduğu izlenimini yaratıyor. Üstelik Cesur’un Karga’ya “Öz olduğumdan emin değilim” demesi de bu düşünceyi destekler nitelikte. Tüm bu ipuçları, Cesur’un kökenine dair büyük bir belirsizlik yaratıyor ve bu sorunun cevabı hikâyenin gidişatında önemli bir rol oynayacak gibi görünüyor.
Ama dedim ya 12. bölümde bazı sorunlar vardı diye, şimdi 13. bölüme baktığımızda sanki öz çocukları kendi annesini vurmuş derinliği kattılar... Bu arada ne kadar sevgisiz de büyüse öz çocukları gibi büyüttükleri için Cesur'un bu yaptığı onun ne kadar ileri gidebilir olduğunu da net bir şekilde gösterdi.
Benim isteğim öz çocukları olması. Eğer olmazsa Cesur'un derinliği boşa düşüyor. Ve de Devran ile bağı olmaması da Boran konusundaki vurucu etkiyi azaltıyor...
Ben yazıyı yazarken Deha'nın 14. bölüm fragmanı geldi ve Esme ile Cesur'u dertleşirken gördük. Cesur klasik sevgisiz büyümüş ve bundan dolayı da temiz duygulara, insanlara karşı her seferinde şaşırıyor. İnanamıyor böyle (Esme gibi) insanların olduğuna...
Kendi özelimde söyleyeyim; yeni bir arkadaşım olacaksa Esme gibi olsun isterim, eşim Esme gibi olsun isterim... Yani doğru ve iyi olmak o kadar güzel ki Cesur her seferinde bu inanamamışlığı yaşamakta haklı. Bundan sonra Esme onun için çok güzel bir rehber olacak, Esme'ye âşık da olabilir (tabii ki karşılıksız bir aşk olacak) ama bundan da öte hayatını Esme'nin temiz karakteri düzene sokacak ya da Devran'ın intikam yolunda zekası ve kurnazlığı ile çok iyi bir anti kahraman olacak... Bakalım...
Cesur bundan sonra nasıl bir yol izleyecek sorusunu sorduğumda aşiretin ve aşiret liderinin gözüne girdiği, kendi ailesine karşı onların yanında savaştığı ama bir yerden sonra önce kendi için (hep olduğu gibi) sonra da inandığı ve artık sevdikleri için doğru yola döneceğini düşünüyorum. Fakat tabii Boran gibi ortada çok büyük sorun var. Bence bu sorun hafif bir şekilde geçilmemeli. O, Boran'ın İskender'in gerçek oğlu olduğunu söylemese Boran ölmeyecekti. Bu gerçek dururken seyirci de kendisini her şeye hazırlamalı. Ve de bir Habil ile Kabil hikayesi buradan da çıkabilir. Babaları onlar için bir yara, ikisine de iyi genel Esme... Ve bir intikam hikayesi...
Yazı devam ediyor...