Animasyonun tanıtımını Twitter’da gördüm. MUBI kütüphanesinde
yer alıyordu. Konusu oldukça ilgi çekici olduğu için hemen aynı gün açıp
izlemeye karar verdim. “My Sunny Madd”, Çekyalı bir kadın olan Helena’nın Afgan
Nadir’e âşık olup onun peşinden Afganistan’a gitmesi ve daha ilk ânlardan
itibaren onu sarsan kültür şokunun etkisiyle yaşadıklarının hikâyesini
anlatıyor. Batılı “Helena” oluyor “Herra”. Bunun bir noktaya kadar olabileceğini
ve illaki bir yerde asıl Helena’nın isyan bayrağını çekeceğini, özünü tekrar
ortaya çıkaracağını bildiğimizi düşünüyoruz; adeta böyle bir ön kabulle
başlıyoruz filmi izlemeye. Ama sonra yazarın hikâyeyi başka bir yerden anlatmayı
seçtiğini görüyoruz.
Filme ağır bir “kabullenme” hissi hâkim. Baya çökmüş bir his
bu. Adeta kumdan bir kütle olup üzerinizi baskıladığını hissedeceğiniz kadar
güçlü bir duygu. Yaklaşık bir saat on dakika boyunca göğsünüzde bir ağırlık
taşıyacaksınız. Ama buna rağmen bence filmin son sahnesine kadar bir defa bile “Hadi!
Ne duruyorsun?” demeyeceksiniz çünkü o atmosferin gerçekliğini, küçücük bir
hareketin ne kadar ağır sonuçlar doğurabileceğini çok yakından biliyoruz ve
görüyoruz. Film Taliban sonrasındaki bir dönemde geçiyor. Biz karanlığın yeniden
nasıl döndüğüne de yakın zamanda şahit olmuş bir nesiliz. Bu yüzden bence filmi
şu ân izlediğinizde daha da etkileneceksiniz. Birkaç gün önce Sahraa Karimi’nin
gözleri dolu dolu yaptığı bir teşekkür konuşmasını dinlemiştim, orada da
hissettiğim bir şeyi bu film de pekiştirdi. Çok cesur bir mücadele veriyorlar,
bunu zaten biliyoruz; kolay hiçbir yanı yok. Ama bu cesaretin bence önemli bir
kısmı o kültürün içerisinde oluşturdukları kişisel benliklerine karşı açtıkları
savaş. Diğerlerinden önce kendileriyle mücadele etmeleri, kendi doğruları ve
içsesleriyle sağlam bir kavgaya tutuşmaları gerekiyor. Çünkü bir ömür
üzerlerinde ağır bir kütleyle yaşadılar ve maalesef geride kalanları hâlâ bununla
yaşıyorlar. Nerede başladığını bilmedikleri ucu sonu görünmez bir korku… Bu
yerleşik korkunun doğal bir sonucu olarak da “kabullenme”. İşte My Sunny Madd,
Benim Güneşli Madd’im, hem görsel hem de hikâye diliyle bu iki duygu etrafında
dönüyor. Ve tabii bir de o atmosfere dış dünyadan gelen, yeni ismiyle, Herra’nın
buna eklediği “şaşkınlık” hissi.
Animasyonu izlerken beni en çok şaşırtan şey Herra’nın bu
şaşkınlık hissini oldukça minimum bir düzeyde yaşamasıydı. Çoğu şeyi o kadar
sakin bir biçimde kabullendi ki asıl şaşkınlığı izlerken ben yaşadım. Sanki
yerel bir kıyafetmiş gibi hiç yadırgamadan o kadınların gerçeklerini bir
çırpıda giyivermişti üzerine. İç dünyasında ne kadar zorlansa da dışa
yansıttığı hâlinde epey iyi idare ediyordu. Hikâyede bunun nedensellik bağı da
kurulmuş. Herra babasını hiç tanımamış ve yeniden evlenen annesinin onunla
ilgilenmemesi üzerine güçlü bir “sahiplenilme” ihtiyacı doğmuş. Bunu filmde
karakterin ağzından da duyuyoruz. Güçlü bir “aile” ve “sağlam, sarsılmaz kale”
ihtiyacı var. Afgan Nadir de bunu karşılıyor elbette. Ve Herra tamamlandığını,
ait olduğu yani kök salabileceği yeri bulduğuna inanarak onun peşinden bambaşka
bir diyarda bambaşka bir hayata gidiyor. Buradan aileler adına da bir okuma
yapabiliriz. Çocuğun sevgi ve güvenlik depoları doldurulmazsa, o bunlara benzer
gördüğü ilk şeye tüm kuvvetiyle bağlanacak, gerekirse uç noktalara gitmesini
hiç olmamasına yeğleyecektir.
Devamında birkaç SPOİLER verebilirim, o yüzden
dileyenle burada ayrılabiliriz. İzledikten sonra tekrar bekleriz.
Filmde Nadir karakteri bizi çok arada bırakan bir karakter
ama aslında çok iyi bildiğimiz bir gerçeği yansıtıyor. O da şu ki içinde
yetiştiğimiz kültür biz istesek de istemesek de içimize işliyor, özellikle de onun
hâlâ hüküm sürdüğü bölgede kalmaya devam etmeyi seçtiğimiz zaman onu baskılamak
hiç kolay değil. Herra gibi Nadir de çok gelgit yaşıyor kendi içinde. Normal şartlarda
asla affedilmeyecek ama filmdeki mevcut atmosferde Herra’nın her seferinde
affetmeyi seçtiği büyük hatalar yapıyor. Ama yaptıklarının da yanlış olduğunun
hep farkında. Filmde hem Nadir tarafında hem de büyükbaba gibi yan karakterler
tarafında -yani o kültürün içinde yetişmiş insanların dilinden de- yanlışlara
karşı ses yükseliyor. Bu çoksesliliği önemsiyorum, böyle hassas mevzuları
işleyen hikâyelerde bence bu tarz seslere özellikle de güçlü karakterlerce yer
verilmesi çok değerli.
Nadir’de sevdiğim bir diğer özellik de bir konuda
tutarlılığını korumasıydı ki bence Herra’nın da yaşadığı onca şeye rağmen yine
de onunla kalmaya devam etmesinin sebebi buydu. Herra’nın onunla geliş nedeni
olan güvenlik hissini yani “onu hiçbir zaman bırakmayacağı” duygusunu hep
korudu. Kendi zihninde en affedilmez görünen durumlarda, deli gibi öfkelendiği
ânlarda bile hep onun yanında durdu. İlaç aldıkları sahnede basıp gideceğini
düşündüm ama az ötede durdu bekledi. Attığı tokat ve sarf ettiği çirkin laflar
affedilmez elbette ama öyle bir coğrafyada aykırı olmayı göze alarak Herra’ya
ve daha pek çok kişiye kol kanat germesi, kendini siper etmesi dikkate değer
şeylerdi.
Tüm bunlardan dolayı filmin sonunda Nadir’i kaybetmek Herra
için tükenme noktası oldu. O cehennemde ona nefes alanı açabilecek hiçbir şeyi kalmamıştı.
Bundan sonrası için onu iyi şeylerin beklemediğini hepimiz biliyorduk. O yüzden
en doğrusu fırsatı varken ülkesine dönmesiydi ki o da zaten kendini toparlar
toparlamaz buna niyetlendi ama yapamadı, bu kez de özgürlüğünü değil küçük Muhammed’in
kalbini kırmamayı seçti. Ve son tahlilde yine başladığımız noktaya döndük, finali
orada yaptık. Kabullenme, fedakârlık ve bunların doğurduğu çaresizlik hissi.
Konu kilit. Muhammed’i oradan zorla götürebilir ya da ona duygusal bir konuşma
yapıp kendisiyle gelmesi için onu ikna edebilirdi. Bunu yapmadı. Onu anlamayı
seçti. En baştan beri herkesi koruyup kollayan büyükbabayı, Herra’yı çok defa
kırsa da yine de Nadir’in emaneti olan anneyi ve Muhammed bunu açıktan diyemese
de o onu terk etmiş olsa da kendisinin onu arkasında bırakıp gidemediği
annesini “bir daha görmemek üzere” geride koyup gidemediler. Herra özgürlüğün
nasıl bir şey olduğunu biliyordu ama Muhammed’in tek bildiği dünya burasıydı,
kendini güç bela kabul ettirebildiği küçücük bir alan… Fazlasından korktu,
bilinmezden korktu ve Herra onun korkusunu anlamayı seçti.
Herra artık biliyordu ki burada özgürlüğün ağır bir bedeli
vardı. Hele de bir kadınsa ya canından ya evladından vazgeçme noktasına gelmesi
saniye kadardı. Freshta özgürlük yolunda evlatlarını kaybeden kadınlardan biri
olurken Herra ise tarihteki milyonlarca kadın gibi evladı için kendi
geleceğinden vazgeçti. Hikâyenin devamında Herra ve Maad (Filmde Muhammed deniyor
ama böyle yazıyor her yerde. İki türlü de diyeyim, doğrusunu bilemedim?)
birbirlerine dayanak olacaklar muhtemelen. Herra kendisi gibi aile
sıcaklığından mahrum olan Maad’a aile olacak, Maad da onu anne bilip büyüyünce
onu koruyacak. Öyle bir atmosferde ne kadar koruyabilirse tabii?.. İşte filmi
burada bırakıyoruz. Bir parça ümit katmaya çalışsak da pek ümitli bir yeri yok,
biliyoruz.
Satırlarıma son verirken bugünleri çok çok arkada
bırakabilmeyi, dünyanın her yerinde kadınların ve çocukların yarınlarının umut
dolu olacağı günlere kavuşabilmeyi tüm kalbimle diliyorum. Elimiz yetmiyor,
kelimelerimiz ulaşmıyor belki ama kalbimiz sizinle. Mücadelenizi görüyor ve
kendinizi ortaya da atsanız yahut kilitli kapıların ardında sessizce durmayı da
seçseniz her iki şekilde de ne kadar cesur olduğunuzu biliyoruz. Bazen inadına
yaşamayı seçmek bile nasıl değerli bir mücadele ve ne kadar zor. Kimse aksini
iddia edemez. Güçlü kalın, güneş bir gün yeniden doğacak. Ve onu omuz omuza
selamlayacağız.
Pek çoğunu ruhumuzun duymadığı zorlu hikâyelerin güçlü
kahramanlarına saygıyla.
Elif.