Tiyatroyu çok özlüyorum. Bir müddet gitmesem sanki içimden
nefes eksiliyor, yaşama direncim düşüyor, daha çabuk yoruluyorum. Bundan sebep ne
zaman pilim bitse hemen kendime bir oyun bileti alırım. Her zaman da işe yarar,
hiç sekmez. O koltuklardan kalktığımda yeniden “insanlar dünyası”na hazır olmuş
olurum. Ne kadar hazır olunabilirse o kadar. Ama bazı oyunlar bunun da ötesine
geçiyor ve dünyadan kaçtığım yerde beni yeniden dünyayla yüzleşmeye ikna
ediyor. Umutlu bir yerden. “Senin gördüklerini görüyorum, hissettiklerini ben
de hissediyorum.” diyeninden. İşte “Taxim” de onlardan biri.
Oyun bir İspanyol filmi olan “El Bar”dan uyarlanmış. Bambaşka
hikâyelere sahip on kişi sıradan gibi görünen günlerin birinde, bir kafe-bar
olarak tabir edebileceğimiz Taxim Bistro’da bir araya geliyorlar. Başta her şey
normal gibi, bazıları birbirinin yanından geçip gidecek bazıları ise aynı tas
aynı hamam devam edecek. Ama sonradan anlaşılıyor ki o gün olaysız
dağılabilecekleri bir gün değil. Art arda iki kişinin tam da bistro kapısının
önünde bir keskin nişancı tarafından vurulmasıyla hikâye başlıyor. Telefonların
çekmemesi ve haber kanallarının da gerçeklerle pek ilgilenmeyen duruşu doğal
olarak kahramanlarımızı büyük bir paniğin içine sürüklüyor. Gelecekten
alacakları her şey hapis kaldıkları bir kapının ardında kalıyor. Komediyle
başlayan oyun, karakterlerimizin işin ciddiyetini farkına varmalarıyla bir
yaşam savaşına ve gerilimli bir yüzleşmeye dönüşüyor. Aşk, hayal kırıklığı,
hasret, umut ve kardeşi umutsuzluk, yalnızlık, gözyaşı ve kahkaha… Anlayacağınız
bu oyunda ne ararsanız var. Ne aramazsanız da inanın yine onu da bulursunuz.
İki saatlik oyunun ilk perdesi, son seyirciler yerleşirken
bistronun açılışıyla başlıyor. Oyun sakinleri yavaş yavaş sahnede yerlerini alıyorlar.
Bu esnada KAFA Radyo’dan açılan kayıt, çilekeş tiyatrocuların seyirciye bitmez
tükenmez yalvarmalarının esprili bir ifadesi niteliğinde. Sonra karakterlerle
tanışıyoruz. Başta birkaç dakikalığına karakterlere dair ön yargılarımızı
oluşturup beslememize izin veriliyor. Sonrasında her birinin ardında yarım
kalmış yahut hiç yaşanamamış birer hayat olduğunu öğreneceğiz. İyi bir
sarsılacağız yani. Prömiyer günü sanırım, bir sanatçımız şu yorumu yapmıştı: “Oyunun
iki perdesi birbirinden ayrılsa ve tek başlarına ayrı birer oyun olarak oynansa
yine ikisi de başlı başına tam birer oyun niteliğine haiz olurdu.” Gerçekten de
öyle. İki perdenin de kendi içinde bir anlatı yapısı ve mesajı var. Ama
kopukluk olarak algılanmasın bu, en nihayetinde iki perdenin toplamından
çıkardıklarınızı koyuyorsunuz cebinize. Müthiş bir metin.
Şevket Çoruh beş sene evvel varını yoğunu bir tiyatro
binasına yatırıp olanca borcu da beraberinde göğüslediğinde eminim pek çok
insan neden böyle bir şey yaptığını sorgulamıştır. Çünkü tiyatro bir hobi, safi
bir eğlence kaynağı olarak görülüyor çoğu kişi tarafından. Asıl kısım, öz
dediğimiz yer, kaçırılıyor bu bakışta. O şudur ki tiyatro bir anlatı dilidir. Bin
yıllardır insana insanı insanca anlatabilme gücünü sımsıkı elinde tutabilmiş yegâne
dildir. Ona ihtiyaç duyduğu alanı açabildiğiniz müddetçe istediğiniz derdi
anlatır o sizinle. Anlatmak ne kelime, kazır; büyütür, çoğaltır.
İşte Şevket Çoruh servetini tam da buraya yatırmış:
Özgürlüğe. “O 'eski' hicivler 'eski'de kaldı.” cümlelerini yanıltarak
ustalarından miras aldığı geleneğin verdiği cesaretle bin kere söylense de
duyulmayanlara bir ses alanı yaratırken, fısıltı desibelini aşamayanlar için de
karakterlerin içinde birer yer açıyor. Bir Baba Hamlet oyununda da bu vardı ama
Taxim çok daha zengin bir ses çeşitliliğine sahip. Uyarlandığı filmin sadece
fragmanını izledim, o yüzden karakterlerin hikâyeleri ne kadar benzer
bilmiyorum. Lakin yarayı açanlar değişse de sızısı aynı kalıyor her halükârda. Her gün empatiye bir
parça daha yaklaşıyor olmamızı dilerim. Ve tabii sesini çıkarmaya cesareti
olanların yanında varlığımız daim olsun. Sessizliğin olduğu yerde özgürlük
yoktur. Özgürlüğün olmadığı yerde de hayat yoktur.
Bir de bu seslenişin bir parçası olmayı seçmiş şahane oyuncu
kadromuza bakalım. Hikâye, esas olarak yedi karakterin etrafında dönüyor. Ömür
Arpacı ve Nergis Çorakçı hayalleri yarım kalan bir abla kardeşi oynuyorlar.
Seçkin Özdemir plaza dilinden kendi kelimelerini unutmuş genç bir adamı, Rüya
Demirbulut tüm kaosun içerisinde psikolojik danışman unvanına yakışır
davranmaya çalışan nahif bir genç kadını canlandırıyor. Mert Asutay ve Şevket
Çoruh onlar için “hayat” demek olan şeyleri kaybettikleri noktada yaşamayı
bırakmaları dışında görünürde başka hiçbir ortak noktaları bulunmayan karakterlere
bürünmüşler. Acıya karşı gösterdikleri reaksiyon bambaşka olmuş, ikisi de
hayatta kalmaya devam etmek için bir şeylere tutunabilme ihtiyacındalar. Ozan
Güven’e gelirsek, gerçekten oyundaki en zor rol ona ait. Bir travestiyi canlandırıyor.
Çok kolay karikatürize olabilecek bu rolü ince sınırlardan koruyarak,
muhtemelen hazırlık sürecinde gösterdiği gözlem yeteneğiyle baştan aşağı gerçek
bir karakter olarak sunuyor bize. Gayriihtiyari gibi görünen ufak hareketler, o
yürüyüş, o duruş… Gerçekten iyi çalıştığı çok belli. Tebrik ederim. Şu durumda
başarılı bir rol seçimi yapmış ve altından çok da iyi kalkmış. Tüm kadro
şahaneydi ama farklıyı kazıyan zihin algoritmasının bir neticesi olarak
muhtemelen bu oyun en çok onun rolüyle hatırlanacak.
Nergis Çorakçı, Mert Asutay ve Şevket Çoruh zaten yılların
duayen isimleri. Gazete haberi okusalar bir tabure çekip dinlemek istersiniz. Ömür
Arpacı’yı televizyon işlerinden biliyordum. Rüya Demirbulut’u ilk defa izledim
ve gerçekten çok başarılı buldum, yolu açık olsun. Seçkin Özdemir’i sahnede ilk
defa izledim ama sanırım televizyondaki tüm işlerini izlemişimdir. Hem komedide
hem de dramada oldukça başarılı olduğunu düşünüyorum. Ama nedense işleri art
arda kısa sürdü. Proje seçimleri de oldukça güzeldi halbuki. Televizyona kısa bir
ara verip tiyatroya yeniden dönmesi de bu açıdan isabetli bir karar olmuş diye düşünüyorum. Dilerim
Taxim onun için de bir dönüm noktası olur ve şansı yeniden döner. Daha uzun
yıllar hem ekranlarda hem de sahnelerde izlemek isterim.
Yazının sonlarına gelirken, oyunu izleyen pek çok kişiyle
paylaştığımız bir arzuyu da eklemeden geçemeyeceğim.^^ Oyun müziği şa-ha-ne! Pinhani’nin
“Kurtar” şarkısı Hayko Cepkin tarafından düzenlenerek oyun için yeniden
seslendirilmiş ve o kadar yakışmış ki… Sözler oyunun iki saat boyunca anlatmaya
çalıştığı dertler ile oldukça uyumlu iken, Hayko Cepkin’in düzenlemesi de
enerjiyi doruğa çıkarmış ve oyun sonunda elleriniz alkışlamaktan kızarırken
yükselen ses kalbinizden de bir çağlayan akıyor gibi hissettiriyor. Kendinizi
güçlükle salondan ve akabinde binadan koparıp çıkardığınızda dahi Bahariye
Caddesi’nin müzisyenleri sizi karşılayana dek bu sesle birlikte oyunu
beraberinizde götürüyorsunuz. Sonra eve gelip müziği arıyorsunuz, aa Spotify’da
buldunuz harika ama ta taa o da ne? Duyduğunuz şey harika olsa da sizi tam
olarak o salona taşımaya yetmiyor. Pinhani, Sinan Kaynakçı bu şarkının ve daha
nice âşık olduğumuz şarkının bizatihi yaratıcısı. Bundan sebep elbette “Kurtar”ın
Pinhani versiyonunu da tüm kalbimizle sevdik ama Hayko Cepkin versiyonunun da
ulaşılabilir olmasını çok isteriz. Çünkü müzik duyguların depolama alanıdır. Bu
konuda karar mercii kim bilmemekle beraber, internetteki bir dakikalık kısımla
yetinemeyeceğimizi, kaydın tamamına aciliyetle ihtiyaç duyduğumuzu belirtmek isterim.
Dilerim bu yazı izleyiciyi kırmaya kıyamayacak birine ulaşır.
Sabahın ilk ışıklarına eşlik eden bir rüzgârla tamamlıyor
olduğum bu yazıda özetle Taxim’i muhakkak izlemeniz gerektiğini ifade etmeye
çalıştım.^^ Şahane bir metin, şahane bir dekor, şahane müzikler ve şahane bir
kadro (Şahane kelimesini kullanmam yasaklanmadan cümleyi bitireyim.^^) Kıymetli
vaktinize değecek. Daha iyisi, temin ederim ki bu zor günlerde size iyi gelecek. Baba Sahne
için bu sezonu kapattılar sanırım o yüzden o şahane (upps yine dedim.^^) evinde izlemek için biraz
daha beklemeniz gerekecek ama turnedeler şu ânda ve gelecek daha pek çok gösterim
var. Umarım birinden birinde izleme imkânı bulur ve içinizden beni sevgiyle
anarsınız.
Dün (30 Haziran) Şevket Hoca’nın doğum günüymüş. Bu vesileyle
ona da sevdikleriyle birlikte nice nice güzel seneler dilerim. Sevgi, huzur, umut
ve tabii sanat dolu mis gibi bir yaş olsun.
Ve son olarak ne diyoruz?
“Umut birazcık
kaldıysa
Kalan günler geri
dönmek için
İyileşmek için yeter.”
Sanat oldukça umut hep
var.
Umut oldukça hayat var, özgürlük
var.
Özgür oldukça biz de
varız.
Sağlıcakla kalın efendim.
Elif.
* Şarkı Sözü/ Kurtar/ Söz-Müzik: Sinan
Kaynakçı