Bana müsaade ey hayat!

Bana müsaade ey hayat!
Ben, Nuran Demirci. Gelincik Yokuşu sakini; Efsun ve Bahar’ın annesi, İlyas’ın karısı. Bir cümleye sığacak hayatlardan benimkisi. Konuyu uzatmaya heves ederseniz o zaman hayallerimi ekleyin. Gerçi o zaman bile en fazla paragraf olurum. Fakat mevzu hayata karşı öfkeme gelirse, işte o zaman roman olurum. Elinizden düşmem ama, muhtemelen gözünüzden düşerim. Ben, Nuran Demirci, sakin biri değilim. Bahar benim öz kızım değil ve ben şu an İlyas’ın karısı mıyım ondan da emin değilim.

Beton soğuğuyla romatizmamı azdıran bir otogarda, kargacık burgacık yazısı olan bir görevliye otobüs biletimi kestirmekle meşgulüm. “Taze” diye bağıran adamdan, otogardan daha soğuk ve taş gibi bir simit aldım onu kemiriyorum. İlyas’ın elime bıraktığı yüzüğü parmağıma iteleyerek takacağım, birazdan. Ama şimdilik, lafı ağızda geveler gibi yüzüğü elimde yuvarlıyorum. Yerini yurdunu terketmiş bu yüzükten pek bir farkım yok. Yerini yadırgayan çiçek gibi soluyorum hızla. Gözyaşım yanağımda kurudu, öfkem dişlerimin gıcırtısıyla öğütülmekte. Vakit gelse de binip gitsem herkesten, her şeyden uzağa. Kendimi daha da önemli sandığım coğrafyalara. Doğup, fazla büyümeden beni İstanbul’a telli duvaklı gelin eden o parlak fikirli insanlar diyarına. Çaresizlik işte tam da böyle bir şey anlatabiliyor muyum?

Mutlu muyduk? Ben mutluluk nedir bilmezdim ki...

Yokluk denen illet hep en belirgin varlığım oldu. Oradan tanıyıp bildi beni insanlar. Güzeldim ama genç miydim, hiç hatırlamıyorum. Çocuk zannederdim kendimi. Meğer gelinlik kızmışım. Öyle dedi teyzemgiller. Kolumdaki eti büküp “hadi inşallah” dediler. Yüzümün utançtan kızarması ağarmadan, bir kısmet bile buldular. Adı İlyas’mış, efendi çocukmuş, işi gücü de varmış. Bohça gibi taktılar adamın koluna. Bir Allahın kulu da çıkıp “Kızım ne diyorsun” diye sormadı tabii ne sandınız? Çeyizimi yüklediler sırtıma ve beni ömrümün en uzun yolculuğuna uğurladılar. İyi adamdı İlyas, sevdim zamanla. Yuvarlanıp, ama sıklıkla kavrulup gidiyorduk Yusuf Ağa’nın çiftliğinde. Başımızın önde, boynumuzun da hafif eğik durduğu bir işimiz vardı. Mutlu muyduk? Ben mutluluk nedir bilmezdim ki... Ne İlyas’ı gücendirmek isterdim ne de mutluluğu kendime güldürmek. İyiydik biz, iyi. Yusuf Ağa’nın dertlerini gördükçe şükreder, yüzümüzü avuçlarımızla sıvardık.

Hasret diye bir kızı vardı Yusuf Ağa’nın. Dünya güzeli, dünya iyisi. Aşık olmuş Mehmet Emir diye birine. Sahi aşk neydi? O zaman anladık ki aşk kirliydi. Günahtı. Ardında minik bir bebek, yaralı bir baba ve kızgın akrabaları bırakan bir kara lekeydi. Henüz sütten kesmemiştim Efsun’u. Bilirdim analığı aklım erdiğince. Efsun’un ayaklarıma dolanıp "anne" dediği vakitlerde, elinde başka bir bebekle, Bahar'la çıkıp geldi İlyas. Onu öyle görünce, ben de “ah anam!” dedim. “etme” dedi İlyas, “yapma” dedi İlyas. Bir daha “ah!” demedim. Ama keşke deseymişim. Bütün biriken ahlar, vah olup içimi yakmış da fark etmemişim. Nasır ne ara kaplamış kalbimin her yanını, bilememişim.

İki çocuk, üç valizle, dişleri altın kaplı bir kadının gülümsemesine benzeyen o şehre geldik. İstanbul’a. Yusuf Bey’in suskunluğumuza, ezikliğimize, merhametimize sıkıştırdığı paralar sayesinde bir ev tuttuk. Gelincik Yokuşu imiş burası. Bu şehirde bu kadar tepe, Yusuf Bey “gözüm bu bebeği görmesin” dediği için mi var acaba? Olur da bir gün görmek isteyip kalkıp gelmeye niyet ederse, bizi bulamamak için mi bunca karmaşa?

Çemberimin oyası soldu, paltomun rengi, ömrümün hevesi

Baktım bebeklerime, çocuklarıma, kızlarıma... Çabaladım, uğraştım, büyüttüm. Ama aslında onlarla birlikte öfkemi de büyütmüşüm. Hayata isyan etmek öğretilmediğinden, ben de hedefime insan koymayı seçtim o vakitlerde. Elimden gelen buydu. Fazlasına aklım ermezdi ki.

Ağzımın içinde ısırgan otları çiğnedim. Ellerime yaktığım kınanın kırmızısı, kızılcık şerbeti diye içtiğim kanın rengindeydi. Kızmakla, bağırmakla meşgul ettim kendimi. Çemberimin oyası soldu, paltomun rengi, ömrümün hevesi. Yüksek sesle bağırmamın sebebi belki biri sesimi duyar diyeydi. Günahsız bir evladı bünyemde barındıramamam hep bundandı. Kalbimde yer bulamadım Bahar'a. Nereye koysam hep yerini yadırgadı sanki.

Mevsimlerin bana garezi bitmedi. Her kış kalbim daha da soğudu. Baharlarda çiçek açmayı unuttum. Basma entarimde bir çiçek dalı idi artık benim için bahar. Ötesi yoktu. Yokluk, yoksulluk kalbimi bir kılıç gibi keskinleştirdi. Sonra bir gün  baktım ki zalim, duygusuz Yusuf Ağa'ya benzemişim. Ona kızarken ondan miras ne varsa bünyeme katmışım.

Yalanlarımdan daha büyük günahlarım var benim

Şimdi camına başımı yasladığım bu şehirler arası otobüste, kimsenin omuzuna böyle başımı koymadığımı düşünüyorum. Uzun zamandır keyifle dilime bir türküyü dolamadığımı. Mola yerindeki yalnızlığıma bakıp , Sakine'nin çayına bandığım sohbeti düşünüyorum. Efsun'umun kanına girip onu dahil ettiğim büyük oyunumuzu, yalanımızı. Yusuf Ağa'yı yılların nefretiyle itip ölüme terk ettiğim o anı. Yalanlarımdan daha büyük günahlarım var benim. Hayallerim mi? Onlar boyumdan büyük, ruhumdan geniş. Uyduramadım ve de olduramadım. Ne uğruna nelerden vazgeçtiğimin hesabını yapacak gücüm de yok zaten.

Teslimiyetim adalete olsun. Çünkü kadere teslim olmaktan çok yoruldum

Bir tek dileğin var deseler, “Tutayım da bari o beni bırakmasın” derim. Kınalı ellerimle, kınalı kuzularımın saçlarını okşamak düştü aklıma dilek deyince. Sonrası tufan, sonrası feryat olsa da fark etmez artık.
 
Affet beni diyemediklerim var. Bir düğün evi gibi hepsini Gelincik Yokuşu’na toplayıp, tek tek helallik istemek gibi bir niyetim. Yaşamaktan vazgeçtiğimden değil, işte tam da bu andan sonra daha onurlu yaşamak için. Teslimiyetim adalete olsun. Çünkü kadere teslim olmaktan çok yoruldum. Gidiyorum. Elbet döndüğümde bir selamınızı isterim. Şimdilik bana müsaade.

 


BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER