Ben, Nuran Demirci. Gelincik Yokuşu sakini; Efsun ve Bahar’ın annesi, İlyas’ın
karısı. Bir cümleye sığacak hayatlardan benimkisi. Konuyu uzatmaya heves
ederseniz o zaman hayallerimi ekleyin. Gerçi o zaman bile en fazla paragraf
olurum. Fakat mevzu hayata karşı öfkeme gelirse, işte o zaman roman olurum.
Elinizden düşmem ama, muhtemelen gözünüzden düşerim. Ben, Nuran Demirci, sakin
biri değilim. Bahar benim öz kızım değil ve ben şu an İlyas’ın karısı mıyım
ondan da emin değilim.
Beton soğuğuyla
romatizmamı azdıran bir otogarda, kargacık burgacık yazısı olan bir görevliye otobüs biletimi
kestirmekle meşgulüm. “Taze” diye bağıran adamdan, otogardan daha
soğuk ve taş gibi bir simit aldım onu kemiriyorum. İlyas’ın elime bıraktığı
yüzüğü parmağıma iteleyerek takacağım, birazdan. Ama şimdilik, lafı ağızda
geveler gibi yüzüğü elimde yuvarlıyorum. Yerini yurdunu terketmiş bu yüzükten
pek bir farkım yok. Yerini yadırgayan çiçek gibi soluyorum hızla. Gözyaşım
yanağımda kurudu, öfkem dişlerimin gıcırtısıyla öğütülmekte. Vakit gelse de
binip gitsem herkesten, her şeyden uzağa. Kendimi daha da önemli sandığım
coğrafyalara. Doğup, fazla büyümeden beni İstanbul’a telli duvaklı gelin eden o
parlak fikirli insanlar diyarına. Çaresizlik işte tam da böyle bir şey
anlatabiliyor muyum?
Mutlu muyduk? Ben mutluluk
nedir bilmezdim ki...
Yokluk denen illet hep en belirgin varlığım oldu. Oradan tanıyıp bildi
beni insanlar. Güzeldim ama genç miydim, hiç hatırlamıyorum. Çocuk zannederdim
kendimi. Meğer gelinlik kızmışım. Öyle dedi teyzemgiller. Kolumdaki eti büküp
“hadi inşallah” dediler. Yüzümün utançtan kızarması ağarmadan, bir kısmet
bile buldular. Adı İlyas’mış, efendi çocukmuş, işi gücü de varmış. Bohça gibi
taktılar adamın koluna. Bir Allahın kulu da çıkıp “Kızım ne diyorsun” diye
sormadı tabii ne sandınız? Çeyizimi yüklediler sırtıma ve beni ömrümün en uzun
yolculuğuna uğurladılar. İyi adamdı İlyas, sevdim zamanla. Yuvarlanıp, ama
sıklıkla kavrulup gidiyorduk Yusuf Ağa’nın çiftliğinde. Başımızın önde,
boynumuzun da hafif eğik durduğu bir işimiz vardı. Mutlu muyduk? Ben mutluluk
nedir bilmezdim ki... Ne İlyas’ı gücendirmek isterdim ne de mutluluğu kendime
güldürmek. İyiydik biz, iyi. Yusuf Ağa’nın dertlerini gördükçe şükreder,
yüzümüzü avuçlarımızla sıvardık.
Hasret diye bir kızı vardı Yusuf Ağa’nın.
Dünya güzeli, dünya iyisi. Aşık olmuş Mehmet Emir diye birine. Sahi aşk neydi?
O zaman anladık ki aşk kirliydi. Günahtı. Ardında minik bir bebek, yaralı bir
baba ve kızgın akrabaları bırakan bir kara lekeydi. Henüz sütten kesmemiştim
Efsun’u. Bilirdim analığı aklım erdiğince. Efsun’un ayaklarıma dolanıp "anne"
dediği vakitlerde, elinde başka bir bebekle, Bahar'la çıkıp geldi İlyas. Onu
öyle görünce, ben de “ah anam!” dedim. “etme” dedi İlyas, “yapma” dedi İlyas.
Bir daha “ah!” demedim. Ama keşke deseymişim. Bütün biriken ahlar, vah olup
içimi yakmış da fark etmemişim. Nasır ne ara kaplamış kalbimin her yanını,
bilememişim.
İki çocuk, üç valizle, dişleri altın kaplı bir kadının
gülümsemesine benzeyen o şehre geldik. İstanbul’a. Yusuf Bey’in suskunluğumuza,
ezikliğimize, merhametimize sıkıştırdığı paralar sayesinde bir ev tuttuk.
Gelincik Yokuşu imiş burası. Bu şehirde bu kadar tepe, Yusuf Bey “gözüm
bu bebeği görmesin” dediği için mi var acaba? Olur da bir gün görmek isteyip kalkıp gelmeye niyet ederse, bizi bulamamak için mi bunca karmaşa?
Çemberimin oyası
soldu, paltomun rengi, ömrümün hevesi
Baktım
bebeklerime, çocuklarıma, kızlarıma... Çabaladım, uğraştım, büyüttüm. Ama aslında onlarla birlikte öfkemi de büyütmüşüm. Hayata isyan etmek öğretilmediğinden,
ben de hedefime insan koymayı seçtim o vakitlerde. Elimden gelen buydu.
Fazlasına aklım ermezdi ki.
Ağzımın içinde ısırgan otları
çiğnedim. Ellerime yaktığım kınanın kırmızısı, kızılcık şerbeti diye içtiğim
kanın rengindeydi. Kızmakla, bağırmakla meşgul ettim kendimi. Çemberimin oyası
soldu, paltomun rengi, ömrümün hevesi. Yüksek sesle bağırmamın sebebi belki biri
sesimi duyar diyeydi. Günahsız bir evladı bünyemde barındıramamam hep bundandı.
Kalbimde yer bulamadım Bahar'a. Nereye koysam hep yerini yadırgadı sanki.
Mevsimlerin bana garezi bitmedi. Her
kış kalbim daha da soğudu. Baharlarda çiçek açmayı unuttum. Basma entarimde bir
çiçek dalı idi artık benim için bahar. Ötesi yoktu. Yokluk, yoksulluk kalbimi
bir kılıç gibi keskinleştirdi. Sonra bir gün baktım ki zalim, duygusuz
Yusuf Ağa'ya benzemişim. Ona kızarken ondan miras ne varsa bünyeme katmışım.
Yalanlarımdan daha büyük
günahlarım var benim
Şimdi camına başımı yasladığım bu
şehirler arası otobüste, kimsenin omuzuna böyle başımı koymadığımı düşünüyorum.
Uzun zamandır keyifle dilime bir türküyü dolamadığımı. Mola yerindeki
yalnızlığıma bakıp , Sakine'nin çayına bandığım sohbeti düşünüyorum. Efsun'umun
kanına girip onu dahil ettiğim büyük oyunumuzu, yalanımızı. Yusuf Ağa'yı
yılların nefretiyle itip ölüme terk ettiğim o anı. Yalanlarımdan daha büyük
günahlarım var benim. Hayallerim mi? Onlar boyumdan büyük, ruhumdan geniş.
Uyduramadım ve de olduramadım. Ne uğruna nelerden vazgeçtiğimin hesabını
yapacak gücüm de yok zaten.
Teslimiyetim adalete olsun. Çünkü kadere teslim
olmaktan çok yoruldum
Bir tek dileğin var deseler, “Tutayım
da bari o beni bırakmasın” derim. Kınalı ellerimle, kınalı kuzularımın
saçlarını okşamak düştü aklıma dilek deyince. Sonrası tufan, sonrası feryat
olsa da fark etmez artık.
Affet beni diyemediklerim var. Bir
düğün evi gibi hepsini Gelincik Yokuşu’na toplayıp, tek tek helallik
istemek gibi bir niyetim. Yaşamaktan vazgeçtiğimden değil, işte tam da bu andan
sonra daha onurlu yaşamak için. Teslimiyetim adalete olsun. Çünkü kadere teslim
olmaktan çok yoruldum. Gidiyorum. Elbet döndüğümde bir selamınızı isterim.
Şimdilik bana müsaade.