Ah çocuk, ah kadın, ah sevgili…
Sözlerin aşkı anımsatsa da
Gülüşünde onulmaz acılar gizli.
Yine kalbimle
oturduğum bir yazıda sizlerleyiz. Yazmayı en çok bu vakitlerde seviyorum. Tüm
kimliklerden arınıp ve tüm kırıklardan ve tüm yarımlardan arınıp duygularla
tamamlandığımız, kalbimizden başka hiçbir sesi duymaz olduğumuz ânlarda yazmayı
çok seviyorum. Genellikle saklı defterler ve küçük küçük kâğıtlara sığdırmaya
çalıştığım bu ânlar kurgusal bir karakterle can bulduğunda bu satırları
sizlerle paylaşmama olanak sağlıyor. Ne güzel bir ândır bu!.. Ben bu yazıyı
yazarken ay tepede, elim yüreğimde. Göğe bakalım, nasıl olsa güzellikler hep
göklerde… Turgut Uyar’a, Haydar Ergülen’e, Sezai Karakoç’a, Şükrü Erbaş’a ve onlara
vaktiyle bu satırları yazdıran, adına “sevgi” denen o mucizeye selam ederek
gelin başlayalım efendim. ♥

Safiye’yi ilk bölümlerde sadece annesinin bir
kopyası olarak gördük. Annesinden miras kalan terk edilme korkusu onun da
iliklerine işlemişti. Etrafındakileri bir kalıba sokmaya çalışıyordu. Kendini
de aynı kalıba koymuştu çünkü o kalıbın içinde her şey onun kontrolü
altındaydı. Her şey tanıdıktı, her şey nötrdü. Etrafındakilerin bu kalıbın
dışında yeni mutluluklar bulmalarından ve onun bin bir gayretle muhafaza etmeye
çalıştığı duvarların dışındaki dünyayı keşfetmelerinden ölesiye korkuyordu. Bir
mutsuzluk kapanına kısılı kalmış olduğunu apaçık görüyorduk.
Ama neden?.. Şimdi diyeceksiniz “E az önce sen
söyledin, annesini kopyalamış işte. Ondan öğrendiği gibi yaşıyor.” Evet, görünürde
öyle ama asıl giz arkada. Bu öğrenme nasıl gerçekleşti ve daha da önemlisi nasıl
bu kadar kalıcı olabildi? İnsanların üzerinde bu derece etkili olabilmeniz için
çok sağlam bir zaafa ihtiyacınız vardır.
İçinde
yetiştiği aile ve hayat koşulları tabii ki insanları etkiler ama bu bir yere
kadardır, bir yerden sonra kişi yolunu çizer. Geçmişten gelen bir gölge kiminde az kiminde
çok hep vardır ama kişi bir yerden sonra kendi kararlarıyla yol alır.
Ama kişi tüm ömrünü bu gölgenin hapsinde geçirmiş ve görünür karakterini bu yönde oturtmuşsa anlarız ki az evvel dediğimiz gibi çok güçlü bir zaafından vurulmuştur. Kendini o kapılar ardına kapatmak için, içinde kıymetini asla kaybetmeyecek çok güçlü bir nedeni vardır. Biz o ayılıp bayıldığımız hikâyeleri, “Olsun olsun” diye sabırsızlandığımız finalleri için değil, o ilk “neden”leri için izleriz. Karakterleri bize anlatan noktalar da hep o başlangıç noktalarıdır.
Bu yüzden ben “geçmişe dönüş”lerle ilerleyen hikâyeleri her daim daha büyük bir keyifle izliyorum. Karakter bize neden böyle bir insan olduğunu kendi anlatmasın yahut biz sadece küçük detaylardan sezmekle yetinmeyelim; bazı şeyleri bizzat görelim, izleyelim, tanık olalım istiyorum.
Ama tabii bu dönüş ânları safi trajedi ânlarıyla kalsaydı biz eksik kalırdık. İlk bölümlerde beni diziye çekmeyen nokta buydu. Yoğun bir baskı görüyorduk sadece. Oysa baskı değildir sizi yıldıran, o baskıya boğun eğmenizdir. Neden boyun eğersiniz? Bir neden lazım değil mi? “Annem çok sert bir kadındı ve beni hiç sevmedi.” Bu; kimseyi sevmemek, sevgiye düşman olmak için geçerli bir neden değildir. Belki bir süre bu duyguları besleyebilirsiniz ama bir gün gelip de biri sizi sevdiğinde, illaki biri sever, görürsünüz ki siz de sevilebiliyormuşsunuz, sevgi denen şey o kadar gaddar ve ulaşılmaz bir şey değilmiş. Bir zaman sonra sizi sevmeyen kişinin anneniz olduğunu anlarsınız ve yaranızı berenizi kucaklar, bir şekilde bir hayat kurarsınız kendinize. O yol aksaya topallaya bir şekil gidilir.
Ama o anne sizi sevmemekle kalmayıp bir de bunu bir nedene dayandırsa, sizi “sevginizin zarar getirdiğine” inandırsa, o zaman işler değişir. Bilirsiniz, felsefede de bu böyledir: Bir düşünceyi ne kadar iyi temellendirirseniz o kadar geçerlidir.
Açma pencereni perdeleri çek,
Mona Rosa seni görmemeliyim.
Bir bakışın ölmem için yetecek. **
Safiye’de de biz bunu gördük. Onun zaafı
sevgisiydi. Onu o cehennemde sağ tutan bir şeydi bu. Annesinin tüm o korkunç
psikolojik şiddetine rağmen yüzündeki gülümsemeye tutunabilmesini sağlayan şey
Naci olmuştu. Naci ve onunla birlikte gelen umut… Onunla tüm bunlardan
uzakta yeni ve mutlu bir hayat kurabileceğine dair içinde filizlenen cılız umut
ona dayanma gücü veriyor, onu koruyordu.
Annesi onun bu zaafını gördü ve buna oynadı. Evet,
Naci Safiye’yi gerçekten de sevmişti ama Safiye’nin sevgisi Naci’ye zarardan
başka bir şey getirmeyecek, Naci Safiye’ye umut olmayı bırak Safiye Naci’nin
kendi umudunu da öldürecekti. İşte çocukluğundan beri Safiye’nin bilinçaltına
işlediklerine son darbeyi böyle vurdu Hasibe Hanım. Safiye’yi Naci’den
uzaklaştıramayacak, onun yaşayamadığı mutluluğu kızı gözlerinin önünde
yaşayacaktı. O da bunun yerine Safiye’yi Naci’den kaçması gerektiğine
inandırdı.
Safiye bu kez gerçekten uğursuz olduğuna inandı.
Annesi için değil belki ama Naci için uğursuz olabilirdi, onunla mutluluğa
kaçmak isterken onu kendi mutsuzluğuna ortak edebilirdi. Senaristlerden yeni
ataklar da bekliyorum, bu şartlarda her şey mümkün ama şu ânki gidişata göre
Safiye Naci’yi korumak için onu terk etmiş, sonrasında mektuplardan habersiz
Naci’nin hayatına devam ettiğine inandırılarak iyice içine çekilmiş gibi
görünüyor. Naci’nin hâlâ hiçbir şeyi algılayamayan hâllerine bakılırsa bu
fedakârlığının nedeninin pek de farkında durmuyor. (Şu evlilik olayını da bilâhare
konuşacağız. Yüzük çıktığına göre boşanma aşamasında gibi duruyor ama nasıl
evlendi bu adam?..)
Son sahnede yavaş yavaş bir şeylerin ayırdına
varmaya başladığını, Safiye’nin iyi olmadığını anladığını umuyorum. Özellikle
Safiye’nin “Sen benim tanıdığım Naci değilsin.” sözleri Safiye’nin onu hiç
sevmemiş olduğunu değil şu ân fazlasıyla kırık olduğunu apaçık gözler önüne
seriyor. Naci gibi ince ruhlu birinin hele de bu kadar çok sevdiği bir kalbin
acısını duyamaması mümkün olmamalı.
Tansel Öngel’i çok severim. Naci rolüne de o
kadar yakışmış ki… O sakinliği, vakur duruşu, ince ruhuna eşlik eden ince
zekâsı… Güzel bakışları… Herkese suskun ama Safiye’ye karşı hiç bitmeyecek
kelimeleri…
Ezgi Mola da çok beğendiğim bir oyuncu. Hem komedide
hem dramda bu kadar iyi olan isim azdır. Gerçekten de her rolün oyuncusu derler
ya, tam öyle. En başından beri Safiye’yi öyle güzel canlandırdı ve o sert
duruşun ardındaki kırılganlığı o kadar güzel yansıttı ki Safiye’nin kalbimde
kocaman bir yeri var artık. Öyle ki karşımda olsa ve bana “Dokunma! Sakın dokunma
bana! Git!” diye haykırsa dahi beni var gücüyle ittirmesine aldırmadan ona
sımsıkı sarılırdım. Çok ihtiyacı var buna.
Etrafındaki yalan sevgilerin
kahramanları sevgisi uğruna hayatından vazgeçmiş bu kadına sevgiyi bilmez muamelesi
yapıyor ya, içim acıyor. Geçen bölüm Neriman’a “Yoksa benim de sevenim
var. Hatta senin aklının alamayacağı kadar sevenim var.” dedi ya, içim
bi’ ufak ferahladı orada.
Biliyor musunuz? Hem Safiye’de hem de Naci’de
kendimi gördüm. Belki bu yüzden etkiledi bu hikâye beni bu kadar. Safiye gibi
dışarıya karşı huysuz ama Naci gibi kelimelere, şiire, anlamların yetmediği
yerde duygulara kaçan yarınlar dolu gibi önümde. Bu hikâye yarım kalmış bir
öykünün hayallerde tamamlanma çabasını içeriyor ama hepimiz biliyoruz ki bu
hikâyeler aramızda geziniyor. Her sabah selam verdiğiniz o sessiz manavda
mesela ya da yürürken sokakta çarptığınız, özrünüzü bile dinlemeden el ederek aceleyle
yoluna devam eden o kadında; hiç beklemezsiniz etrafınızdaki en çok gülen
kişinin kahkahalarının ardında belki de bu hikâyenin bir eşi. Aşk romanlarına
yahut filmlere özgü değil, karakterler farklı belki mekânlar da ama hepsinde aynı
“buruk” tat. Bakışlardan belli belirsiz geçen aynı gölgeler, aynı ani
gidişler, aynı hiç neden yokken içine çekilmeler…
Durmadan harcadığım şu gözlerimi al, kurtar.
Şu aranıp duran korkak ellerimi tut!..***
Naci de çok yaralı ama Safiye kadar değil. O
yüzden burada toparlayıcı görevinin onun üstlenmesi lazım. Bir ân evvel
Safiye’nin durumunu fark etmesi ve küçük hoşluklardan daha özel bir ilgiye
ihtiyaç duyduğunu görmesi lazım. O ilk karşılaşmada Safiye’nin yanağından
süzülen damlayı, devamlı gitmesini söyleyen sözlerinden ziyade gitme diye
haykıran bakışlarındaki özlemi hep beraber gördük. Bu noktadan sonra Safiye’nin
onu hâlâ seviyor olduğundan şüphe etmemesi lazım.
Ve tabii bilmiyorsa eğer -ki bilmiyor gibi-
Safiye’nin onu korumak için kendini bu hayata hapsettiğini, ondan neden
vazgeçtiğini öğrenmesi lazım. Safiye’nin az ve yetersiz sevgiden değil çok
sevmekten geri durduğunu bilmesi lazım. Onlar hakkında çok şey yazmak
istiyorum. O klarnetler, mektuplar, gençliklerini canlandıran genç yetenekler
hakkında nicelerini yazmak istiyorum. Ama bu sefer Safiye gibi benim de
birtakım endişelerim bulunduğundan bunlara ve karakter tahliline ağırlık
verdiğim bir yazı oldu. Size sözüm olsun tüm o sahneleri dizelerle hemhâl olup
konuşacağımız bir yazı daha gelecek. Lütfen sizler de bu çift hakkındaki
görüşlerinizi bana yorumlar kısmından yahut Twitter/Instagram mesaj kısmından
yazın. Gelecek yazıda onlardan da bahsedelim. Madem gerçek hayatta mutlu sonu
görememiş bir çifte kurgusal dünyada yeni bir son yazıyoruz, en güzeli olmasın
mı?
"Bak Safiye bak sen yokken bu kuş vardı, ben hep onunla dertleşiyordum. Tanışın diye çağırdım."
İki haftadır çeşitli aralıklarla sürdürdüğüm bu
yazıyı artık sizlerden daha fazla sakınmamak adına “Devamı gelecek…”
şeklinde burada noktalıyorum efendim. Eğer sen yaz biz okuruz pericim diyen güzel
insanlar da olursa eğer vaktim nefesim yettikçe bölüm yorumlarını da yazmaya niyetliyim
efendim.
Öyleyse bir dahaki yazıya kadar benim de Naci Hoca
gibi size bir ödevim olsun. Gelin biz de bu süreçte bizi bugünkü olduğumuz kişi
hâline getiren o “ilk neden”i düşünelim. Hiç tanımadığınız biriyle
paylaşmak iyi gelirse yorumlar da mesaj kutum da hikâyelerinizi dinlemek için
sonuna kadar açık efendim, söylememe dahi gerek yok ama yine söyleyeyim istedim.
:)
Epeydir bu tür bir yazı yazmamış olduğum için
satırlarım karışmış olabilir. Sürç-ü lisan ettiysek affola. Evlerinizde,
sevdiklerinizle, sağlıkla ve aşkla kalın efendim.
Sevgiyle…
Periniz
“Ne mi yapacağım bundan sonra?
Ayak izlerimi silmek için sana gelen bütün yolları tersinden
yürüyeceğim önce.
Şiir yazmayacağım bir süre,
Fotoğraflarını güneşe koyacağım, bir an önce sararsınlar diye.
Hediyelik eşya satan dükkanların önünden geçmeyeceğim.
Senin için biriktirdiğim yağmur suyunu, bir gül ağacının dibine dökeceğim.
Falcı kadınlara inanmayacağım artık.
Trafik polislerine adres sormayacağım,
Geleceğe ışık düşüren bir gülüşle gülmeyeceğim kimseye….
Ne yapacağımı sanıyorsun ki?
Tenin tenime bu kadar sinmişken,
ömrüm azala azala önümden akarken,
gittiğin gerçek bu kadar herkese benzerken..
Senin korkularını, benim inceliğimi doldurup yüreğime,
bıraktığın boşluğu yonta yonta binlerce heykelini yapacağım.” ****
*Söylence/Şiir/Haydar
Ergülen
**Mona
Roza/Şiir/Sezai Karakoç
***Göğe
Bakma Durağı/Şiir/Turgut Uyar
****Senin
Korkularını Benim İnceliğimi/Şiir/Şükrü Erbaş