2010 yılı,
hayatımın garip dönemlerinden birini yaşıyorum. Bir post-prodüksiyon firmasında
sabah mı olmuş, hangi ara hava kararmış bilmeden çalışıyorum. Bir sinema
filminin görsel efektlerini yapıyorum, işimden memnunum ama hayatımdan memnun
değilim. Hayatım boşlukta giderken rastladım Behzat Ç’ye.
Aylar önce
tanıtımını görmüştüm, hani Behzat’la Harun’un arabadan inip Ankara havası
eşliğinde oynadıkları tanıtım, hiç sevmemiştim. Ne Behzat Ç. biliyorum tabii o
zaman, ne Emrah Serbes tanıyorum, ne de Ankara’yı seviyorum.
Sonra bir gece
internette önüme Behzat Ç’den bir sahne düştü. Behzat Ç’nin, sorguladığı adamın
yalan söylediğini Krkiç’in attığı golle fark ettiği sahne. Sevdim sahneyi,
boşluktayım, başladım ilk bölümden izlemeye diziyi, sonra da durmadım.
Eksikleri tamamladım, her hafta yayınlandığı gibi izlemeye başladım. Final
bölümü hariç, hiçbir bölümü televizyonda izlemedim, ya yayınlandığı gece nete
düşmesini bekleyip öyle izledim, ya da bir gün sonrasını bekleyip, heyecanımı
dizginleyip öyle izledim.
Üç sezonu da
severek izledim, değişiklikleri yadırgamadım; yeni giren karakterleri sevdim,
çıkan karakterleri de sevmiştim zaten. Olması gerektiği gibi bir diziydi, güzel
başladı, çok güzel devam etti, bitmesi gerektiği gibi bitti. Ha bitmeseydi olur
muydu? Olurdu tabii, senaryo ne kadar çıkmaza da girse, sıkılmadan izlerdim.
İyiler ilk görüşte tanınmaz.
2013 yılı,
dizinin son sezonu yayınlanıyor, ben yüksek lisans bitirme projem olan kurmaca
belgeseli çekiyorum. Belgesel kapsamında röportaj yapmak istediğim biri, Emrah
Serbes’e belgesel konumu anlatmış, Emrah Serbes’in hoşuna gitmiş konu, o da
projede yer almak istemiş. “İster misin Emrah’ın yer almasını?” diye sordu,
“İstemem mi?” dedim.
Bir hafta sonra
Emrah Serbes’le karşılıklı kahve ve sigara eşliğinde belgeselimi konuşuyoruz.
Diziyi izlemeye başladıktan sonra tüm kitaplarını okuduğum, yazdıklarına hayran
biri olarak Emrah Serbes’le belgeselim için çekimler yapıyorum. Bir çocuk
naifliğiyle yanımda getirdiğim kitabı imzalamasını istiyorum, şaşırtmıyor
yazdığı. ‘İyiler’ diyor, ‘ilk görüşte tanınmaz’.
Tıpkı Behzat
gibi, Harun gibi, Akbaba gibi, Hayalet gibi, Cevdet gibi, cinayet büro gibi,
Ankara gibi.
Bira, sigara,
tuzlu fıstık ve Behzat Ç. eşliğinde geçirdiğim gecelerin haddi hesabı yok. Kendi
adıma, bir dizinin hayatımın bir dönemine, önemli bir bölümüne böylesine iz
bırakmasını seviyorum ben. Üzerinden yıllar geçse de çünkü diziden bir sahne,
Pilli Bebek’ten bir nota, kitaptan bir cümle görünce o günleri hatırlayacağım.
Yüksek lisans
tezimi ilk olarak Behzat Ç, üzerine yapmayı düşünmüştüm aslında. Gerçek hayatta
karşına çıksa, dünyanın en boktan insanı olarak göreceğin kişiyi, ekranda
görünce nasıl böyle sempati duyduğun, bu sempatinin detayları üzerine yazacaktım.
Behzat’ın bir kahraman değil de anti-kahraman olmasıydı onu bize sevdiren.
Seyircinin yapmak isteyip yapamadıklarını yapınca Behzat, seyircide bir zafer
duygusu oluşuyordu. Ama sonra, sonrası izlediğimiz diğer şeyler gibi olmadı. O
anti-kahraman bir sonuca ulaşamadı. Katilleri bulamadı, sevdiklerini
koruyamadı, kendini koruyamadı, un ufak olmak, unutulmak adına Kırmızı Vosvos’una bindi, unutulmayacağını bilmeden.
Seviyorum MerkezBehzat Ç’den, tüm
cinayet büroya, Savcı Esra’dan Şule’ye, Şevket’ten Tahsin’e, Gönül’den Bahar'a,
fenomen kötü adamlar Ercüment Çözer’den Memduh Başgan’a, Aziz Başkomiser’den
Barbaros’a, Muzo’ya, Suna’ya, Ilgın’a, Meliha’ya kadar tüm karakterleri ayrı
ayrı sevdiğim, ilk sezondan tekrardan izlemek için zaman yaratmayı dört gözle
beklediğim dizidir Behzat Ç., benim için.
Yüksek lisans
tezimi bitirmek üzereydim, bir yandan belgeseli kurguluyorum, bir yandan tezimi
yazıyorum. Dizinin finali geldi çattı o sırada. Biraları hazırlaryıp, ilk defa
televizyonun başına geçtim Behzat Ç’yi izlemek için.
Dizi bitti,
İstanbul’a doğru bir sigara yaktım, final bölümünden 13 gece sonra Gezi
olayları patladı, İstanbul’a dair, yaşadığımız ülkeye dair saçma bir umut doğdu
içimizde.
Dizinin
finalinden yaklaşık bir ay sonra tezimi verip mezun oldum.
Tüm bunların
üzerinden iki sene geçti ve iyiler hâlâ ilk görüşte tanınmıyor.