Şöyle bir an
düşünün: Ofiste karşınızda oturan kişi “Aa, The
Lion King fragmanı çıkmış,” diyor ve sizin o saniye gözleriniz dolmaya
başlıyor. Derhal fragmanın başına geçiyorsunuz ve size deli demesinler diye
gözyaşlarınızı içinize içinize akıtıyorsunuz. Bu hafta aynen bu tarif ettiğim
sahneyi yaşadım. Söz konusu fragman 24 saat içinde 224.6 milyon kez izlenerek
rekor kırdığına göre, bu filmle benim gibi güçlü bağ kurmuş insanlar var
sanırım.
1988 doğumluyum. Aynı
nesilden pek çok kişi gibi benim de sinemada ilk izlediğim film The Lion King. Bu yüzden hep söylerim, çok
şanslıyız. Ben Disney’in Rönesans döneminin göbeğine doğdum, onunla büyüdüm ve şekillendim.
Müzikal sevmenin dalga geçilesi bir şey olmadığını bilerek büyüyen bir nesil ne
kadar kötülük başından geçerse geçsin biraz güzeldir bence.
Disney; Marvel,
Star Wars ve Pixar filmlerinden yeterince para kazanmıyormuş gibi eski çizgi
filmlerini live-action/CGI karışımı versiyonlarla yeniden çekmeye başladığı
için epey eleştiri alıyor. Gözlerini para hırsı bürümüş ya, ondan güya. Disney’i
kapitalist sistemin diğer korkunç, iğrenç, mide bulandırıcı, boykot edilesi canavarlarından
ayıran çok önemli bir şey var bence: benim paramı bileklerinin hakkıyla
alıyorlar. Elbette ki yapılan her şey para için. Ama bundan bize ne? Sinemaya
zorla götürülmediğimizi, onlarca ürünü alnımıza silah dayandığı için
almadığımızı düşünürsek popüler kültür boğazımıza tıkıyor diye nefret ettiğimiz
diğer şeylerin aksine Disney “ürünlerine” harcadığım her kuruş, saniye, kalp
atışı helali hoş olsun diyebilirim gönül rahatlığınca. The Lion King’e duyduğum aşkı tekrar yaşayacaksam, Aladdin’in şaheser şarkılarını tekrar
keşfedeceksem ve bunun için en azından 20 TL harcayacaksam… Nelere ne paralar
harcıyoruz be paşalar.
Elbette The Lion King parayı sırf ’88 civarı doğanlar
sayesinde basmıyor. Ki yeri gelmişken not düşeyim, bu film Avatar’ın tüm zamanlar gişe rekorunu kırarsa zerre şaşırmam. Peki
Simba’nın macerasını bu kadar özel kılan ne? Bir kere, Shakespeare’in insani
içgüdülere en hitap eden metinlerinden biri olan Hamlet’e dayanıyor oluşu, seyircisine kendisini keşfedeceği hikayesinden
başka bir şey vaat etmemesi çok önemli bir etken. O dönemde büyük maddi
sorunların içinde olan Disney Animasyon Stüdyosu’nun kara keçisi olarak görülen
ve gişede başarılı olmayacağı düşünüldüğü için yaratıcı ekibin nispeten rahat bırakılan
bir filmden bahsediyoruz. Bu umursamazlık Disney’in başyapıtlarından birinin
ortaya çıkmasını sağladığı için fabrikasyon işlere mahkum olan Hollywood ve
diğer yerel sektörlere (buraya bir göz kırpış eklensin) ders niteliğinde
aslında. Ünlü Hollywood deyişinde geçtiği gibi: “Kimse hiçbir şey bilmiyor”.
Hakuna Matata efendiler!
Dönemin ve
günümüzün çocuk filmleri elbette ki temelde “Hadi çocuklara bugün de bunu
öğretelim,” motivasyonuyla tasarlanmıyor. Ama tüm zamanların en iyi ilk hafta
sonu salon ortalamasını elinde bulunduran bir film (verilerle konuşmanın
dayanılmaz burnu havadalığı…) belli ki seyircisini bir noktadan yakalamıştır. Çocukları
ölümle tanıştırmak, onları pamuklara sarıp sarmalamak yerine gerçek(çi) bir
hikayeyle baş başa bırakmak cesaret işiydi. Ve karşılığını aldı. Bu kadar
basit.
Ki ortada bütün
yapıları yıkıp baştan inşa eden, son derece yenilikçi bir film de yok. “Kahramanın
Yolculuğu” kalıbını adım adım kullanan, seyircinin farkında olmadan
bilinçaltında yer etmiş bu unsurları kaşıyarak hiç zorlanmadan yola devam eden
film aslında kusursuz bir gelenekselliğe sahip olduğu için bu kadar başarılı.
Kafa karıştırmadan zanaatini mükemmelleştirerek sunduğu için.
Çocuk olarak The Lion King’i izlediğinizi hayal edin.
Yaramazsınız, heyecanlısınız, cesursunuz, şımarıksınız, geleceğin getireceği
bütün güzelliklerin zaten doğuştan hakkınız olduğunu düşünecek kadar
hadsizsiniz… Ve Simba da aynen böyle, aynen siz. Hadi o prens, doğumunda Gurur
Kayası’ndan tebasıyla tanıştırılıyor… Ee bizim de fotoğraflarımız elden ele
dolaştırılıp pipimiz amcalara gösterilmiyor mu? Teyzelere asla anlamayacakları
İngilizce cümlelerle şov yapmıyor muyuz? İşte o kafa. Çakal senaryo yazarları
bizi Simba’nın ağına düşürdükten sonra “hayat sizin düşündüğünüz gibi olmayacak
sabiler, kusura bakmayın,” diyerek o güne kadar atılmamış bir tokat atıyorlar
sonra. Önce Mufasa, babamız, ölüyor; sonra sırtlanlar tarafından evimizden
kovulup dış dünyaya gönderiliyoruz. Tabii bizi alıyor bir korku, endişe. “O
kadar da acımasız olmayalım,” deyip acıyor bize senaristler; iki arkadaş edinip
aslında her şey güzel olacak sanıyoruz. Bir süre… Sonra çocukluğumuzda
yaşadıklarımız nasıl bizi şekillendirip ölene kadar başımıza bela oluyorsa,
aynen öyle Scar tehlikesi çöküyor tepemize. Gidip onu yenmeli, istediğimiz
şeyin aslında doğum hakkımız değil bilek hakkı olduğunu anlamalıyız artık. Uzun
lafın kısası, The Lion King bize o
yaşta (ve herhangi bir yaşta) verilebilecek en kıymetli dersi verdiği için bu
kadar efsanevi bir film.
Ailemizi,
arkadaşlarımızı ve çocukluğumuzu daima özleyeceğiz; asla insanların beklediği
kadar “iyi” olamayacağız; hiçbir zaman arkadaşlarımızın dolduruşlarına gelip
hayatımızı bir kenara atmayacağız; hayatımızdaki büyük kötüyü şaşmaz bir
şekilde kendimiz yeneceğiz. Ancak bu dersleri aldığımızda, Türkiye’de doğup
büyüyüp yaşasak dahi, mutlu ve huzurlu olacağız. Hadi şimdi başka bir film bize
bu arınmayı ve aydınlanmayı yaşatsın da görelim!
Jon Favreau The Jungle Book ile teknolojinin
nimetlerinden en az James Cameron kadar iyi yararlanabileceğini kanıtladı.
Şimdi elinde taş gibi bir hikaye varken ve teknoloji geçen sürede kim bilir ne
kadar ilerlemişken ortaya çıkan The Lion
King’in ne kadar iyi olacağını hayal dahi edemiyorum. Düşünürken kalp krizi
geçireceğim neredeyse. Kadroya bakın! 2018 insanlarının, büyük – küçük herkesin
nabzı Donald Glover, John Oliver, Billy Eichner ve Beyoncé gibi isimlerden daha
iyi tutulabilir miydi? İşte bu yüzden Disney benden ruhumu istesin, veririm.
İşte bu yüzden bir “televizyon çocuğu” (kalıbı azıcık genişletelim) olduğumu
gururla söyleyebilirim. Şimdi diğer film stüdyoları düşünsün.