Merhaba pek muhterem Ranini.tv okuyucuları! Müsaitseniz
sizinle Kanal D’nin yeni sezon draması
Bir
Litre Gözyaşı hakkında biraz dertleşmek istiyorum.
Son yıllarda Türk televizyonlarında dizi izlemek
benim için git gide zorlaşan bir eyleme dönüştü. İnsan dizi izlerken zorlanır
mı demeyin, benim gibi izlediği ya da okuduğu şeylerle çok çabuk duygusal
bağlar kuran biri için bu gerçekten yorucu olabiliyor. Mesela bir karaktere
alışmış, izlerken onunla gülüp onunla ağlamaya başlamışken kendinizi bir anda
dizinin finalinde bulabiliyorsunuz ya da çok sevdiğiniz, çok inandığınız
hikayeler zaman içinde akıl almaz virajlar alıp hiç olmayacak yerlere
gidebiliyor. Siz de böyle çakıla çakıla beklentinizi minimum düzeyde tutmayı
öğreniyorsunuz. Bir Litre Gözyaşı’na
bu bilinçle, izlediğim şeyin beni hiçbir zaman tam anlamıyla tatmin
etmeyeceğinin farkında olarak başladım. Buna rağmen izlerken nasıl bu kadar
yıprandım, inanın ben de anlayamıyorum.
Gerçek bir hikayeye dayanan aynı isimli Japon
dramasının yasal uyarlaması Bir Litre
Gözyaşı; 17 yaşında, zaman içinde tüm vücut fonksiyonlarını kaybedeceği bir
hastalığa yakalanan Cihan’ın, tedavisi mümkün olmayan bu hastalıkla
mücadelesini anlatıyor bize. (Yani inşallah anlatacak, biz de haftalardır
konunun oraya gelmesini bekliyoruz.) Dizinin orijinali, yanlış bilmiyorsam her
biri yaklaşık bir saatlik 11 bölümden oluşuyor. Maalesef bu bizim
televizyonlarımızda yalnızca 4-5 bölüme denk düşen bir süre. Haliyle dizinin
haberini aldığımda ilk “Bu kadar saat bize ne anlatacaklar?” diye düşündüm. Aslında
bunun çok kolay bir çözümü vardı. Bu basit matematiği kuran herkesin önünde,
üzerinde kocaman yaldızlı harflerle “MİNİ DİZİ” yazan bir pano belirmeliydi ki
bu benim aklıma geliyorsa elbette yıllardır bu işin içinde olan büyüklerimin de
aklına gelmiştir diye düşünüyorum. Ama sanırım, her zaman olduğu gibi, kaybeden
yine “hikaye anlatıcılığı” oldu.
İTİRAF: Miray Daner o kadar güzel ki bazen sahneyi asla takip etmiyor ve sadece onu izliyorum.
Yayına giren dizilerin çoğunun on bölümü göremediği
bu vahşi ortamda neredeyse kısır bir hikayeyle her hafta 120 dakika bölüm
çıkarmak inanılmaz zor, biliyorum. Sonuçta ortada kahramanı günden güne
pasifleştirecek bir hastalık var. Hastalığı merkezde tutup çevresine seyirciyi
koparmayacak çatışmalar kurmak, bu çatışmaları da izlenesi karakterlerle
süslemek gerekiyor. Oturduğum yerden konuşmak elbette kolay ama hikayeyi uzun
yoldan anlatmayı seçen ekibin, bu çatışmalar konusunda yeteri kadar titiz
davrandıklarını düşünmüyorum. Ben bu yazıyı yazarken dizinin dördüncü bölümünü
bekliyorum ve ilk bölümün finalinden beri Cihan hastalığını ha öğrendi ha
öğrenecek diye aynı yerde dönüp duruyoruz. Bir sürü şey oluyor dizide, iki saat
bir şekilde geçiyor ama az geride durup bakınca Cihan’ın “Anne benim hastalığım
ne?” dediği o andan bu yana hikaye hiçbir gelişim göstermedi. Mesela Cihan
kendi kendine bir takım çıkarımlarda bulunup hastalığının ne olduğuyla ilgili
nokta atışı bir tahmin yaptı ve herkes el birliğiyle onu tekrar hiçbir şeyi
olmadığına ikna etti. Aynı yalanda ikinci turu dönüyorlar şu an ve bunu
“Cihan’ın iyiliği için” yaptıklarına çok inanmış vaziyetteler. En son bu kız bu
şekilde kendini koruyamaz diye söylemeye karar verdiler ve son dakikada
Cihan’ın aynı hastalıktan muzdarip dedesinin bu yükü kaldıramayıp intihar
ettiğini öğrendiler. Görünüşe bakılırsa bu onlara göre hastalığı Cihan’dan
saklamaya devam etmek için çok geçerli bir sebep. Çünkü istiyoruz ki Cihan bu
hastalıkla savaşa hazırlıksız yakalansın, ona kabullenmek için süre
tanımayalım, kendini bir anda tekerlekli sandalyede falan bulsun. Belki
böylelikle dedesi gibi dayanamayacak noktaya gelince değil de yediği darbenin
şokuyla 17 yaşında intihar eder? Her şey Cihan’ın iyiliği için, her şey…
Cihan’ın yüzleşmesinin ertelenmesi yeterince
canımızı sıkmıyormuş gibi, onun yerine son derece yüzeysel ilişkisini,
kıskançlıklarını, sevgilinin eski sevgilisi hezeyanlarını vs uzun uzun
görüyoruz. Mevzubahis ilişkinin de kasten bu kadar yüzeysel tutulduğunun
farkındayım ama bir yerden (takribi üçüncü dakikadan) sonra gerçekten boğucu
olmaya başladı. İnanın bana bu adı güzel, kendi güzel, karakteri bayat çocuk her
“sevgili” dediğinde Eros’un saçlarının bir teli beyazlıyor. (Evet, sevgilisi
Cihan’a sevgilim demiyor, “sevgili” diyor. Her şey yolundaymış gibi…)
Normalde izlediğim dizilerden bu kadar çabuk
şikayetlenmem ama ben Cihan’la bu yolun sonuna kadar yürüme taraftarıyım ve
hayatımdaki misafirliğinin süresi benim insiyatifimde olan bir şey değil
maalesef. Televizyona iş çıkarıyorsanız hata yapma lüksünüzün olmadığı bir
dönemdeyiz. “İki üç bölüme toparlar” anlayışı eskide kaldı, artık dördüncü
bölümde final yapan diziler biriktiriyoruz. Zaman kazanmak için açtığınız yan
yollar seyirciye geçmezse kendinizi ipte bulmanız çok kolay çünkü seyirci de
artık ne verseniz yemiyor. Yani ben, haftalarca sarışın mavi gözlü bir ergenin
küf kokan romantizmine maruz kaldıktan sonra kendimi bir anda üzerinde CİHAN
YÜREKLİ (2000-2018) yazan bir mezar taşına bakarken bulabilirim. Bundan ciddi
anlamda korkuyorum.
Bir
Litre Gözyaşı, içinde çok sevdiğim insanların
bulunduğu ve anlatmayı hedeflediği konu itibarıyla benim çok heveslendiğim bir
iş. Böyle uzun uzun dert yanıyorum çünkü ben dizi izlerken kendi kendime
reyting kaygısı yaşamaktan çok sıkıldım ve bu sefer “Neden böyle oldu?” diye
sorma gereği duymadığım, sorunun kaynağını görebildiğim bir noktadayım. Ticari
kaygıları anlayabiliyorum, buna saygı duyuyorum ama ben de sevdiğim bir
hikayenin hakkıyla işlendiğini görmek istiyorum. Hepimiz birden sevinemez
miyiz?