İstanbul’u idrak edebilme gücümüzü şehrin yüzölçümüne bölsek, işlem hatasından sınıfta kalırız. Yolumuzun, fikrimizin düşmediği, o anlamaya tenezzül dahi etmediğimiz sokakları saymaya kalksak parmaklarımız yetmez. Kaybolmadıkça, trafikten kaçıp sığınmadıkça, bilmediğimiz o caddeler kimin umurunda ki? Gamını, kederini bahçesindeki ipe çamaşırlarını dizer gibi yaşayan insanlar en son ne zaman derdimiz, tasamız oldu ki? Kendi kaygımızın yerine bir başkasınınkini ne zaman koyduk ki? Mecburen göç edene, tasını tarağını bohça yapana, toprağına mazisini gömüp gelene ne zaman üzüldük ki? Mutlak bir ait olamama duygusuyla şehrin yakasına yapışan insanların saçını acaba hiç okşadık mı? 20 yıl önce şehre gelen, 10 yıl önce gelene burun kıvırırken bu mümkün mü?
Topraksız, yarınsız bırakılan, sistemin çarkında öğütülen insanları anlamak zor. “Empati” denilen o manasız kelimenin içinde eriyip gitmemiz muhtemel. Sahi “empati” neydi? Bence bir “hiç”... Senin ertelenmiş anlık bir hevesin onun lügatında mutlak bir mahrumiyet, onun anlık mutluluğu senin için tenezzül edilmeyen bir detay olabilir. Zorunlu ve gönüllü göçün nedenlerini, sonuçlarını anlamaya gücüm yetmeyebilir. Ancak anlamak için çabalamayı da oldukça değerli buluyorum.
Konuyu dolaştıralım ama yormadan Gelincik Yokuşu’na getirelim. Gelincik; kırda, tarlada kendiliğinden yetişen, kurak toprak seven, dokunduğunda dökülüveren bir çiçek. Buyrun işte! Tanımında bile hikaye yatan bir kelime. Bizim hikayemizdeki Gelincik Yokuşu da insanın belini büken, dik yokuşuyla meşhur bir yer. Belini büker evet! Yani demek istiyorum ki, Gelincik Yokuşu şehrin merkezine yakın, dayanışma ağı fazla, biraz içine kapanık ve oldukça da yokuşlu bir yer.
Hayatta kalabilmek için dayanışmaya, paylaşmaya, şaka yapıyorum elbette ki paraya ihtiyacımız var. Para kazanmakla ilgili yöntemlerimizi belirlerken de meziyete, yeteneğe ve akla. İşte tam da bu noktada devreye insanlığımızı soktuğumuzda ortaya bir var olma mücadelesi çıkıyor.

Yöntemler türlü türlü. Elinden geleni yapmaya heveslilerin yanında elinden geleni ardına koymayan hırslılarımız da var. Kısa yoldan köşeyi dönmek ise zengin, fakir fark etmez çoğu insanın tarzı.Gelincik Yokuşu’nda yaşayan insan için göz kamaştıran bir fırsatın ortaya çıkması mucizedir. Ve insanlar mucizeler karşısında bocalarlar. Bu bocalama beraberinde suça meyilli olmayı da getirir. Nuran, Yusuf Bey’in gelişiyle avantajı, fırsatı ve kaygıyı bir arada görünce paniğe kapıldı ve ardından da bir suç işledi. Suçu kabullenmeyi de yenik düştüğü şu hayatta son bir darbe olarak gördüğünden, örtbas etme yolunu seçti. Ve farkındaysanız bu suçu öğrenen, bilen herkes iş birliği içine girdi. İlyas, Efsun, Mücella, Sakine. Kendi gibi olana sarılma refleksi, sırrı paylaşma konusunda dayanışma ağını genişletti. Vicdan ile gerçekler arasında sıkışıp kalmak, herkese farklı bir acı ve sancı yaşattı. Hayatla savaşırken çok fazla cephesi olan insanlar onlar. Şaşırmayalım.

Nuran’ın yırtık paltosundan dolayı prodüksiyonu, kostüm tasarımcısını eleştirirken, en son ne zaman etiketine bakmadan kıyafet aldığımızı düşünelim. Nuran’a yeni palto alındı diye oh be! derken hangi meseleyi çözdük ki? Unutmayalım ki o palto hala Nuran’ın sırtında. Vazgeçmeme nedenini anlamak için ise daha çok çabalamamız lazım. İçine doğmadığımız bir durumu, sosyal yapıyı “Ben olsaydım” diyerek anlayamayız. Bunu kabul edelim.

Biz evimizde Sakine’nin “püskevit” demesine gülerken! bunun o mahalledeki iki kadın için ne kadar özel bir paylaşım anı olduğunu fark edebildik mi acaba? Bahar’ın bir üniversite öğrencisi olarak mahalle lokantasında çalışmasını, esnaf lokantasında bulaşık yıkamasını Ateş ile olan aşk acısından daha öncelikli bir yere koyabildik mi?

Dizinin 1.bölümünde Bahar’ın Efsun’a verdiği o birkaç lirayı gördüğümde müthiş etkilenmiştim. Gelincik Yokuşu’nun yoksulluğu orada tokat gibi yüzüme çarpmıştı.

Zengin ve zalim Yusuf Bey’in, kızından kopardığı çocuğu Nuran ve İlyas’a vermesi inanılmaz bir trajedi. Nuran ve İlyas'ın bunca yıl Bahar’a bakmaya çalışmaları, bu sorumlulukla baş etmek için uğraşmaları zaten bu hikayenin asıl derdini oluşturuyor.
Bu yazının amacı Gelincik Yokuşu sakinlerini aklamak, Efsun, Bahar kıyasında taraf olmak değil. Bu yazı, yabancısı olduğumuz dünyaları küçücük de olsa bir şekilde anlama gayreti aslında.
Varlık arzu edilen, yokluk uzak durulandır. Temel kaygımızı giderirken seçtiğimiz yöntemler ise bizi biz yapandır.
Kapanışa Sezen Aksu’nun Kayıp Şehir şarkısını uygun buldum. Buyrun.
Ardımızda ne hayatlar bıraktık,
Kaybolmamak için kayıp şehirde.
Bu yaban şehir şefkatine sığındık,
Hep yabancı kaldık kayıp şehirde.
Lodos vurgunu balıklar gibiyiz.
Bir şehir usulca kayarmış denize.
Gurbet de bu şehirmiş sıla da.
İstanbul yokmuş meğer bundan başka
İnce saz değil, hayır, ince sızı bu
Şoparın kemanından bir aşk mektubu
Hasret de buradaymış, vuslat da.
İstanbul yokmuş bundan başka.
İstanbul yokmuş bundan başka.
Meğer ayna da buradaymış anahtarda.