“Herkesin ama herkesin
çok mutsuz olduğu bir ülkede bir kadın, hayallerinin bile ötesindeki bir adama
kalbinde kocaman bir yer açmış.” İşte böyle başlıyor hikâye…
Belki Ramazan ayından, belki seçimlerden belki de Dünya Kupası’ndan
bilmiyorum ama bu yaz hem daha az dizi yayına girdi hem de geç açılış yaptılar.
Hiçbiri de ne tanıtımıyla ne de hikâyesiyle beni tavlayamamıştı açıkçası. “Klasik
Yaz Dizisi” demiştim hepsi için. Darısı Başımıza da aynı yorumu almıştı
benden. Bir de olay "iki kardeş bir aşk"a bağlanınca insan daha temkinli yaklaşıyor.
Biz bu hikâyeyi daha önce izledik. Kardeş versiyonunu da, kardeş olmayan kardeş
versiyonunu da, kuzen versiyonunu da, yakın arkadaş versiyonunu da…
O yüzden hiç dikkatimi çekmemişti dizi ama evdeyseniz ve
yapacak işiniz yoksa izliyorsunuz. Gününde bakmasanız bile hafta içi dönen
binbir tekrarıyla bölümü tamamlıyorsunuz. Darısı Başımıza beni ilk bölümü ile
değil 3'üncü bölüm 2'nci tanıtımıyla vurdu. Sertap Erener’in o şahane Rüya şarkısı ile
etkiledi, “gel izle sana anlatacak bir hikâyem var” dedi. Elif Doğan’ın o güzel
sesinin katkısı da büyük tabii.
3. bölümü izleyip bir şeyler yazmaya karar verince 2. bölümün
tamamını izlemediğimi fark ettim ve baştan başladım izlemeye. 3. bölümün neden
beni etkilediğini o zaman anladım. Girişte aslında bütün karakterlerin kabuklarını
gördüğümüzü fark ettim. İşkolik bir Ozan, neşeli bir Cem, idealist bir Öykü, kıpır
kıpır bir Rüya, satacak hikâye peşinde koşan bir Merter…
Ama sonra Öykü, Sude ile konuşurken; “Fransızcada özlemek
diye bir kelime yok. ‘Tu me manques’ diyorlar yani ‘Bende eksik olan sensin.”
dediğinde karakterleri anlamak için perde arkasına geçmeniz gerektiğini anlıyorsunuz.
Her birinin kendi eksik yanını kapatmaya çalıştığını, o eksik yanı aradığını ve
kamufle ettiğini fark ediyorsunuz.
Ozan’ın -Sude’nin tabiriyle “robot” denilen- karakterinin
arkasında aldatılmışlık olduğunu öğreniyorsunuz mesela. Ailesiyle tanıştırdığı
tek kadın tarafından aldatıldığını… İlk bölüm Öykü’ye “Herhangi bir koşulda hiç kimseyi aldatmayacağıma emin olabilirsin..” dediğinde o kırılmış kalbi
seziyorsunuz hemen. Bence adını bile bilmediği bir kadına bu kadar yardım etme
çabasının ardında da bu kırılmışlık vardı. Aynı yaraya sahiplerdi. Aynı
masallara inanmışlardı ve Ozan bu yüzden Öykü’nün yanında bu kadar rahattı ve ona yardım etmeyi bu kadar çok istiyordu.

Sonra Öykü’nün birine güvenme ihtiyacını fark ediyorsunuz. 6
aydır tanıdığı Cem için “Ben bütün hayatımı ona göre kurdum, Onunla kurdum”
diyecek kadar güvendiğini… O kadar çok güvenmek istemiş ki sevgisini hiç
sorgulamamış. Ama Cem’in onu aldatmış olabilme ihtimali bu sevgiyi sorgulamasına
yetti. Uçakta gördüğü rüyada Ozan’ın “ Bak
hala onu sevdiğini söyleyemiyorsun. Sen âşık değilsin ona” demesiyle
cevabını alsa da insan kendini kandırmakta çok başarılıdır, malum.
Ve Cem’in Öykü ile beraber iyi olmaya çabaladığını anlıyorsunuz.
Sürekli söylediği “Ben Öykü’yü sevdiğim
kadar kendimi bile sevmiyorum” ve “Kendimden
bile çok güveniyorum ben ona” cümleleri aslında Cem’in Öykü’yü değil Öykü
ile beraberken ortaya çıkan iyi tarafını sevdiğinin göstergesi sanki.
Yazı devam ediyor...