İç içe
geçmiş acılar söz konusu, ayrı ayrı düşünmesi bile insanı yaralarken tek bir
hikâyede katmerlenmiş trajediler…
Memleketinden
uzakta ayakta kalmaya, insan kalmaya çalışan yazarı mektupların; kendi
ülkesinde, kendi dilini dilediğince kullanamadığı için uzak diyarların
dillerine merak salan aracısı Nazım'ın; çok sevdiği memleketi için yazdıkları
yüzünden hakkında dava üstüne dava açılan Nazım… Ve dünyanın bir ucunda, bu üç
trajediyi, hem de hiç bilmeden bir araya getiren, işgal altındaki memleketinde
çocuklarıyla birlikte yaşam savaşı veren Taranta Babu.
Ve bizler,
onu belli ki çok seven, çok özleyen eşinin birkaç özlem dolu tasviri dışında
hiçbir şey bilmiyoruz Taranta Babu ve hikâyesine dair, bu da bizim trajedimiz.
Ve bunca
trajediyi sunmak üzere sahnede bir palyaço var!
Cansu
Fırıncı, hiç fire vermeyen bir performansla sunuyor palyaçoyu bize. Yalnız
sahnedeki değil, salondaki her şeyi, dekoru, kostümü, ışığı, ekip arkadaşlarını
ve hatta seyirciyi de kullanıyor, katıyor oyununa. Onu sahnede ilk izleyişim
ama, hiçbir kuşku duymadan gidiyorum oyuna, çünkü hem televizyondaki
performansına şahidim hem de Nazım Hikmet isminin ağırlığının bilincinde
olduğunu biliyorum. Ve haklı çıkıyorum.
Taranta-Babu'ya
Mektuplar, sahneye nasıl konduğunu fazlasıyla merak ettiğim bir eserdi, sahnede
tek bir palyaço olduğunu öğrendiğimdeyse merakım katlanmıştı. Oyunu izlemeden
önce, yazılanların ağırlığıyla palyaçonun yapabileceklerini zihnimde bir araya
getirmekte zorlandım. Ama ilk bakışta çözemediğim bu gizemi oyun sırasında ve
sonrasında uzun uzun düşündüm ve rejideki bu ince görüşe hayran oldum. Harun
Güzeloğlu ismini de takip edilecekler listeme ekledim. Çıkarımlarım isabetli
midir bilemem ama bu gizemli işi ben böyle yorumladım.
Makyajı,
çorapları, ayakkabıları ve tiz perdedeki sesiyle dört başı mamur bir palyaço.
Üzerinde bir üniforma, apoletlerle, madalyalarla, rozetlerle bezeli. Bir bavulu
var elinde, hiçbir yere ait olamamanın sembolü, bir de trampet, ses çıkarmak
için!
İşi
güldürmek, en sevimli halini takınıp anlatmaya çalışıyor derdini, fakat
gülmüyor seyirci, zira anlatılanların komik bir yanı yok. Seyirciyi güldüremedikçe hiddetleniyor, surat
asıyor, dil çıkarıyor, tükürüyor. (Sahnede nasıl da özgür, daha ne diyeyim?!)
Bazen bir
miğfer geçiriyor başına, çünkü bir savaştan, dünyanın dört bir yanında, çeşitli
veçheleriyle süregiden, hayatlarımızı sömüren ve her defasında bize başka
kılıflar içinde sunulan savaştan söz ediyor.
Geliyorlar,
durmaksızın, ara vermeksizin geliyorlar, canımızdan önce umudumuzu, yaşama
sevincimizi, özgürlüğümüzü öldürerek geliyorlar.
Geliyorlar
ve bize bu uyarıyı bir palyaço yapıyor, peki neden? Palyaçoyu sahnedeki bir
başka rolden, bir başka karakterden ayıran nedir? Son yıllarda birebir
deneyimleyerek gördük ki, bunca acıya, haksızlığa, kötülüğe karşı ayakta
kalmanın yollarından biri de gülmeyi unutmamak ve palyaçonun da böyle bir
işlevi var. Ama ben bu yanıtla tatmin olmuş değilim, biraz daha düşünmek
istiyorum.
Palyaçonun
rol yapmaması, yapamaması, rol yapamayacak kadar dolaysız, oyunsuz olması
belki. Yüzündeki boyalara rağmen maskesiz, hilesiz, sırsız, saf olması.
Söylenmeyeni söyleyebilir, çünkü bir şeyin niçin söylenemez olduğunu anlayamaz.
Başka birinin nezaketten, korkudan, utangaçlıktan ya da haddi olmadığından
söyleyemediklerini dan diye söyleyebilir palyaço. Dolayısıyla, görünüşü ve
davranışları nedeniyle herkesten farklı olsa da herkes adına konuşabilir.
Palyaço bu
dolaysızlığıyla aslında bir ayna da tutar seyirciye, hem de bir dev aynası.
Küçümsediklerimize, görmek istemediklerimize, göz yumduklarımıza, cüret
edemediklerimize ayna tutar; belki de bu yüzden palyaço karşısında gülmemeyi
marifet sayarız bizler.
Palyaço
dokunabilir de seyirciye, ansızın sıfıra indirebilir mesafeyi, kişisel alan
kavramı yoktur. Bir seyirciyi seçip diğerlerinden ayırabilir, oyununa katabilir
rızasını almadan. Bu tahmin edilemezliği nedeniyle tedirgin edicidir,
netamelidir. Oysa ona güvenebilirsiniz, çünkü o neyse odur, gizlemez kendini,
gizleyemez, art niyet besleyemez.
Ayna tutuyor
demiştim ya, asıl netameli olan biziz aslında. Palyaço sakınmaz hiçbir şeyi,
pervasız ve patavatsızdır ve biz de bundan çekiniriz, çünkü sırlarımızı afişe
edebilir, kusurumuzu gösterebilir, yaralarımızı görünür kılabilir, üzerimizdeki
perdeyi kaldırabilir. Ve bütün bunlardan sorumlu tutamayız onu.
İşte,
sanırım aradığım yanıt burada; bunca trajediyi bir palyaçodan dinliyoruz, çünkü
hem gerçekleri duymak istiyoruz hem kendimiz temiz kalmak. Palyaçoyu bir günah
keçisi ya da "Kral çıplak" diyebilen bir çocuk yerine koyabilir,
arınabilir, özgürleşebiliriz onun sayesinde.
Yine de bu
rahatlamayla paralize olmamamız, olup biteni unutmamamız gerekir. Oyunda,
mektuplardan yalnızca birinin sırası bozulmuş, mektubun içeriğine yapılan
vurguyu çoğaltmak için. Ve hatırlatmak için bize, neye karşı durduğumuzu ve
umudumuzu canlı tutmamız gerektiğini…
Yazan: Nâzım Hikmet
Yöneten: Harun Güzeloğlu
Oynayan: Cansu Fırıncı
Palyaço Eğitimi: Ezgi Keskin
Yönetmen Yrd.: Burcu Akpınar
Kostüm: Nazan Ön (ZeZe)
Işık Tasarım: Alev Topal
Görsel Tasarım: Özgür Şahin
Makyaj ve Sahne: Harun Güzeloğlu
Gölge Dekor Tasarımı: Busenur Sevinçli
Işık: Mertcan Ertürk
Fotoğraf: Tahir Enes Akbuğa