Tiyatro oyunlarıyla ilgili yaşadığım hatırı sayılır
problemlerin belki de en vurucu olanı, izleyip çok beğendiğim bir oyunu tekrar
deneyimlememin neredeyse imkânsız oluşu. Son zamanlarda oyun metinlerine
ulaşmak, hatta oyunları internet ortamında bulup izlemek daha kolay olsa dahi,
seyrettiği güzel işleri tekrar izlemekten oldukça keyif alan benim için,
sinemanın sağladığı bu ‘tekrar’ lüksünden sahne sanatlarında yararlanamamak
biraz üzücü olabiliyor. Bunu son zamanlarda fark ettim, zira bundan 10-12 yıl önce izlediğim ve çocuk aklımla doğru dürüst hatırlayamadığım bir Ankara
Devlet Tiyatrosu oyununu şimdilerde çok özlüyor ve bulsam da izlesem, en
azından okusam diyorum. Aslında bu ‘yinelenememe’ meselesi, oyunu tek bir âna
ait kılıp tekrarı imkânsızlaştırarak tiyatronun biricikliğini sağlıyor. Sanat
eserini özelleştiren, güzelleştiren de bu tek seferlik deneyim; fakat bu sezon
izlediğim en hisli oyun olarak tabir edebileceğim Sen İstanbul’dan Daha
Güzelsin, birçok yönüyle sezon içerisinde ikinci kez izlenmeyi sahiden hak
etmişti.
Oyunu ilk kez izlemeye karar veriş hikâyem biraz
naif açıkçası. Bundan iki yıl önce şans eseri tanıştığım, zaman geçtikçe
kendisiyle tiyatro muhabbeti edebildiğim hayatımdaki sayılı kişiden biri haline
gelen Arzu’yla bir yaz akşamı Beşiktaş iskelesinde ayrılıyor ve evlere
dağılıyorduk. O akşam, vapurla Kadıköy’e tesadüfen Ayfer Dönmez’le birlikte geçen
Arzu, akşamın daha sonraki saatlerinde bana televizyonda izlediği tiyatro
oyununun tanıtımından bahsedecek, birlikte BAM’ı öğrenecek, sezonda oyunu
bekleyecektik. Metin hakkında birtakım ayrıntılara vakıf olup ekibi tanıdıktan
ve birkaç röportaj izledikten/okuduktan sonra oyun beni heyecanlandırmaya
başlamıştı pek tabii; lakin oyunu 24 Kasım’da Theatron’da izlediğim akşamın
sonunda, tekrar izlemek isteyecek kadar seveceğimi tahmin etmiyordum.
Sen İstanbul’dan Daha Güzelsin, yenilikçi ve genç
metin yazarlarının ne göğüs kabartıcı işler yaptığının kanıtı oldu benim için. Yerli
oyun ve hikâye yazımının verdiği keyfi son zamanlarda uyarlama metinlerden
alamaz olmuştum. Özellikle böyle bir ruh halindeyken ilaç gibi geldi Murat
Mahmutyazıcıoğlu’nun bu hem avantgarde hem bizden olan oyununu izlemek.
Oyun, çok temel bir bakışla, üç kadının
(anneanne-anne-çocuk) elli yıl içinde yaşadığı sorunları, mutsuzlukları, kuşak
çatışmalarını, fonda onlarla birlikte değişen İstanbul siluetiyle anlatıyor. Murat
Mahmutyazıcıoğlu, metnin yeni anlatım ve bedensel farkındalık çalışmaları
esnasında ortaya çıktığını belirtmiş. Üç adet sandalye ve arkada çizimi Murat
Bey’e ait olan yeni İstanbul afişi dışında hiçbir dekor göremediğimiz oyunda soluk,
bej rengi kıyafetleriyle karakterler hikâye anlatıcıları konumunda. Geçen elli
yılı, değişen İstanbul’u, yıkılan ahşap evleri, yerine dikilen balkonsuz yüksek
apartmanları, şehrin hızına ayak direyip bir yere kımıldamayan armut ağacını bu
üç güzel İstanbullu kadından, kendi perspektiflerinden dinliyoruz. Oyuncular,
seksen dakika boyunca oturdukları sandalyelerden hiç kalkmamalarına ve diğer
karakterlerle göz teması dahi kurmamalarına rağmen, siz bir an bile durağanlık
hissetmiyor, bunca zaman ve mekân geçişinin nasıl gerçekçi ve pürüzsüz olduğuna
şaşıyorsunuz. (İlk provalar sırasında bu hiç yerinden kalkmama durumu biraz
tuhaf karşılanmış, oyuncular ne yapsak da Murat’ı ikna etsek birazcık da olsa
kalkmaya, en azından birbirimizin gözlerine bakmaya demişler.
Dördüncü duvar daha oyunun ilk repliğiyle yıkılıyor.
Karakterler doğrudan seyirciyle konuşuyor, yıllarca ağızlarından çıkamayan,
toplumsal normlar yüzünden söyleyemedikleri ‘diyemedim tabii’lerini hiçbir
hiyerarşiye yer vermeden size anlatıyorlar. Oyun öyle kendi halinde, öyle
samimi ki, gözlerinizi kapatırsanız bir radyo tiyatrosu dinliyor hissine kapılabiliyorsunuz.
Fakat hikâye zaman zaman sizi huzursuz etmekten, üzmekten de çekinmiyor. Öyle
bir metin ki kahkahalardan hüzne, hüzünlerden kızgınlığa ani geçişler
yaptırabiliyor size. Baştan aşağı feminen bir hikâyenin, bir erkek gözünden bu
kadar yalın anlatılması karşısında hayranlığımı gizleyemiyorum işte.
Kişisel görüşüm, metnin duygu yoğunluklu bir deneyim
yaşatmadığı gibi izleyiciyi belirli durumları irdelemeye de itmediği.
Karakterlerle empati kurabiliyorsunuz, metindeki aile ve toplum ilişkilerine
bakarak bir karakteri çok tanıdık biriyle, belki kendinizle
özdeşleştirebiliyorsunuz; lakin yer yer Brechtyen tiyatroyu andıran özelliklerin
bulunması (dördüncü duvarın yıkılmış olması, dekorsuz sahne, İstanbul çizimi) izleyiciyi
sosyolojik bir sorgulamaya da götürmüyor. En azından ben benzer bir deneyim
yaşamadım. Örneğin Fehmi neden böyle bir adam sorusuna odaklanıp 21. yüzyıl Türkiye’sinde
toplumsal cinsiyet rolleri üzerine düşünmedim oyun boyunca. İzledim, anladım,
güldüm, hüzünlendim. Belki benim naifliğim belki metnin, bilmiyorum.
Oyunculuklar hakkında herhangi bir laf etmeye dilim
varmıyor. Kendi isimleriyle metnin içine dâhil olan Başak Kıvılcım Ertanoğlu,
Ayfer Dönmez ve Melis Öz (BAM ismi üç oyuncunun baş harflerinden geliyor :)),
seksen dakika sonunda sizi ayağa kaldırarak alkışlatacak bir performans sergiliyor.
Özellikle kâbus sahnesinde bir sandalyenin üzerindeki sınırlı hareket alanıyla
gerçekleştirilen duygu geçirimi, oyun sonunda en çok akılda kalan sahne oluyor.
Sen İstanbul’dan Daha Güzelsin, yanılmıyorsam Haldun
Taner tarafından literatüre katılan ‘iki kalas bir heves’ betimlemesinin son
zamanlarda izlediğim en güzel hali. İyi ve ne anlatmak istediğini bilen bir
metnin şahane oyunculuklarla birleşimi, izleyiciyi sadece seksen dakikada
kendine hayran bırakmak için pekâlâ yeterli olmuş. Oyun, izlediğim günden beri,
Boğaziçi’nden karşıya her geçişimde bana bir anlığına ’73 yılında üstünde gül
desenli perde artığı elbisesiyle köprünün üstünde yürürken bir kuş gibi
uçtuğuna inanan, annesinin elini bırakıp özgürlüğe koşan Başak’ı ve Ayfer’i
hatırlatıyor.
Yazının başında değindiğim ‘bir oyunu birden fazla kez
izlemek isteme hali’ne çok kısaca devam edecek olursam, oyunu 12 Nisan akşamı
Adana Sabancı Tiyatro Festivali kapsamında gerçekten ikinci kez izledim. Paskalya
tatilime denk gelmesi güzel bir tesadüf oldu, kaçırmak istemedim ve bu kez
ailemi getirdim oyuna. Genç Sahne’nin Theatron kadar küçük bir salon olması
bazı izleyiciler tarafından yadırgandı ama bana kalırsa oyunla ilgili asıl
sorun, her daim yaşadığım sonu gelmek bilmeyen telefon titreşimleriydi. Oyuncuları,
özellikle Ayfer Hanım’ı sinirlendiren nokta da oyun esnasında salona birkaç kez
giren görevliler olmuş olacak ki, sahnede kendilerine laf etmeyi ihmal etmedi. Keşke
böyle aksilikler/bilinçsizlikler –ne derseniz artık– yaşanmasa ve güzelim
tiyatro keyfimiz dış etkenler tarafından bölünüp durmasa. (Sevgili
tiyatroseverler, yani lütfen ^.^)
Not: Sen İstanbul’dan Daha Güzelsin oyununun metni
Habitus Kitap tarafından yayımlanmış, izleyemeyip okumak isterseniz harika bir
fırsat.
İkinci Not: İstanbul’da oyun çıkışlarında genellikle
oyuncuları bekleme fırsatım olmuyor. Burada, Adana’da kendilerini beklememi
gözlerinin içi gülerek karşılayan, tebriklerimi kabul eden çok sevgili Melis, Ayfer ve
Başak Hanım’a cana yakınlıkları ve samimi sohbetleri için çok teşekkür ederim.
Sen İstanbul’dan Daha Güzelsin, 16-20 Nisan’da
Kadıköy Theatron’da, 19 Nisan’da Toy İstanbul’da, 27 Nisan’da Toy İzmir’de oynamaya
devam ediyor. Gidin, izleyin, düşünün, hissedin.
Kapanışı Dario Moreno’nun şarkısına bırakıyorum.
Sanatla kalın, zira tiyatro iyileştirir.
Sevgiler.
Yazan/ Yöneten: Murat Mahmutyazıcıoğlu
Oyuncular: Ayfer Dönmez, Başak Kıvılcım Ertanoğlu, Melis Öz
Yönetmen Yardımcısı: Tuğba Sorgun
Kostüm: Meltem Tolan Coşkun
Işık: Cansu Kahvecioğlu
Afiş, Fotoğraflar, Tanıtım Filmi: Serkan Ertekin
Süre: Yaklaşık 80 dakika