Yalnız aksiyonuyla, hikâyesiyle değil kadın ana karakterli
ilk oyunlardan biri olmasıyla ayrı bir yere sahiptir Tomb Raider serisi. Alicia
Vikander’in başrolde olduğu Tomb
Raider filmi de hikayeden ziyade öncelikli olarak da kadın protagoniste
odaklanıyor. Lara Croft’u Angelina Jolie’nin
canlandırdığı 2001 yapımı Lara Croft:
Tomb Raider’ın aksine yönetmen Roar
Uthaug seriyi başa sarıyor, Lara Croft’un Tomb Raider’a nasıl dönüştüğünü
anlatıyor.
Günümüzde geçen hikayede film bizleri Lara’nın kendi
hayatını sürdürdüğü Londra sokaklarına götürüyor. Henüz bir Croft görmüyoruz
karşımızda, yalnızca Lara ile tanışıyoruz, günü kurtarmaya çalışan, mücadele
eden, kendi sınırlarını her ne koşulda olsun sonuna kadar zorlayan bir
karakterle. Lara, talihsiz bir tesadüf sonrasında, babasının yokluğunda
koruyuculuğunu üstlenen Ana ile karşılaşıyor. Aradan geçen 7 yılın ardından
babasının gittiğini ve geri gelmeyeceğini artık kabulleniyor Lara. Nerede
olduğuna dair hiçbir fikri olmayan babasının izini ise kendisine bıraktığı
ipuçlarından çıkardığında ise zorlu bir seçimle baş başa kalıyor; ya babasının
ölmüş olduğu gerçeğini sindirip onun son isteğini yerine getirecek ya da
cesedini kendi gözleriyle görene dek ardında bıraktığı izi takip edecek.
Tomb Raider mı Hunger Games mi karışıyor arada...
Dürüst olmak gerekirse Lara Croft’u Alicia Vikander’in canlandıracağı açıklandığından beri filme dair
beklentimi düşük tutmuştum, zira fiziksel olarak (dış görünüşten değil fiziksel
güçten bahsediyorum) Vikander’in Lara Croft olma konusunda yetersiz olduğunu
düşünüyordum. Minyon yapısıyla Vikander’in bu işin altından nasıl kalkacağı
konusunda aklımda soru işaretleri vardı, ne var ki haklı da çıktım, ancak yine
de Vikander’in beni etkilediği ve kısmen de olsa lafı ağzıma tıktığını itiraf
etmem gerekli. Haklılığımın gerekçelerini ise filmi izleyecek olursanız
Lara’nın uçurum kenarında durup kendini yukarı çektiği ya da havada asılı
kaldığı sahnelere dikkat ettiğinizde rahatlıkla göreceksiniz, omuzlarının
duruşundan bile anlaşılıyor. Buna karşın hayal kırıklığına uğratan bir Lara
Croft olmamış Alicia Vikander, mükemmel değil belki ama gayet tatmin edici.
Oyunları ve Angelina Jolie’li filmi düşününce insanın
kafasında hep benzeri bir Lara Croft resmi beliriyor, dış görünüşün ve dişiliğin
ön planda olduğu bir figür, hatta vitrinleştirilmiş bir kadın bedeni. Ancak Roar Uthaug Vikander tercihiyle tayin
ettiği yaklaşımını filmde daha da belirginleştiriyor. Takip edenler varsa
Vikander tercihine gelen sosyal medya yorumlarının büyük oranla göğüsleriyle
ilgili olduğunu hatırlayacaklardır. İşte
Roar da tam olarak bu algıya karşı çıkıyor, bu duvarları yıkmaya çalışıyor ve
kadın bedeninin metalaştırılmasına isyan ediyor. Film boyunca Lara’nın kadın
olmasıyla ilgili bir konuşma, bir diyalog ya da bir gönderme görmüyoruz ya da
bedeninin öne çıktığı, kadın ile erkeğin karşı karşıya sahneler yok. Zeki ve
cesur nitelendirilmelerinin yanında başka bir sıfat verilmiyor, bir birey
olarak vurgulanıyor. Buna karşın aksiyondan kaçılmıyor, Lara’nın fiziksel yeterliliği
belli sınırlar içinde verilmiyor, tam aksine sınırları zorlamasına fırsat
tanınıyor.
Yeni Tomb Raider
filmi senaryodaki kimi sıkıntılara, alt metnindeki “Almanlar hala Nazi’dir ve
bu yüzden Almanlar kötüdür” vurgusuna (Mathias Vogel karakteri) ve yan
karakterlerin izleyiciyi doyurmayan oyunculuklarına karşın gerek Vikander’in
beklenenin (en azından benim beklediğimin) üzerindeki performansı, gerek filmin
kalıplara karşı taviz vermez duruşuyla izlemeye değer bir yapım. Baş döndürücü
aksiyonuyla insanın dikkatini çekmeyi başaran yeni Tomb Raider serisinin bu ilk filmi sonrası sonraki filmlere olan
umudum arttı. Devam filmini merakla bekliyorum.
