Bazen, uzun zamandır gitmediğim kafenin kekini özlerim.
Bazen de, ne zamandır yürümediğim sokakları. Bir zamandır Hülya tütüyor
burnumda; yoksunluklarını amacı edinip, kendine yeni bir hayat kuran Hülya…
Salı akşamları eve koştura koştura dönmeyeli bir hayli oldu.
Gece yarılarına kadar yazmayalı, sabah kalkıp işe giderken başlık düşünmeyeli,
fragman beklemeyeli, fragman üzerine düşünmeyeli, bu tatlı döngüye girmeyeli.
Tüm bu geçen sürede bir hayli özlem biriktirdim, biraz özlem gidermenin zamanı
geldi. Zira bu keyifli yolculuğun başladığı günün üzerinden bir 365 gün daha
geçti bugün.
Bu geçen sürede Birkan Sokullu’yu Cihangir, Ahmet Mümtaz
Taylan’ı Mustafa, Olgun Toker’i Kemal olarak tanıdık. Burcu Biricik ise Bahar
için hazırlanıyor son sürat. Ne güzel tesadüf değil mi? Zamanında Bahar’ının
hasretiyle sarmalanmışken Bahar’a can vermek…
Sevdiğim bir karakteri canlandıran oyuncunun başka karaktere
büründüğünü görünce bunu kendine dert edinenlerden değilim neyse ki. Hülya,
Kerim, Bayram, Mahir ve diğerleri kendi yolculuklarında tatlı bir durakta
durmuşlardı benim gözümde. Ve kuşkusuz ki unutulmaz bir yolculuktu onlarınki.
Neden mi unutulmazdı?
Çünkü; “Onunla ben evlencem işte, ben evlencem!” diye
bağıran küçük bir kız çocuğuyken de, düğün gecesinde terk edildiğinde intikam
yemini ederken de, aşkla sarılıp sarmalanmışken de, vücudunun her bir
zerresinde anneliği yaşarken de, gerektiğinde rest çekebildiğinde de, bedeninde
bir mucize büyüttüğünü öğrendiğinde de başka güzelliklere sahip bir Hülya’sı
vardı. Hülya Çamoğlu Cevher, hayatın bir hediyesiydi bana da. Attığı her
adımda, “Ben olsam ne yapardım?” diye düşündüm. Yeri geldi kahkahalarla güldüm,
yeri geldi hıçkıra hıçkıra ağladım onunla birlikte. Zaman zaman da çok kızdım.
Ama kalbimdeki yerini kimselere veremedim.
Çünkü; elinden kitabı düşürmeyen, çevre için çalışan
çabalayan bir Kerim’i vardı. Bencildi ve hep bencil kaldı. Ama bulutların
üzerinden indikçe hayatı ve ona değer verenleri de anlamayı bildi. Sevdi,
sardı. Kerim Cevher, ne kadar kızsam da vazgeçemediğimdi. Tüm bencilliği bir
yana, geriye dönüp de Bahar’ın elinden tuttuğu o an bir yanaydı benim gözümde.
Prensimdi, kral olmayı hiçbir zaman bilemedi ama yine de anne kraliçeyi çok
sevdi.
Çünkü; tüm zaaflarıyla yaş alırken, sıcacık bir omuz
olabilen Bayram Baba’sı vardı. Küçük bir kız çocuğunun, yoksunluklarla dolu bir
hayatın tam ortasında büyümesine göz yuman ama zaman geçtikçe yaralarını kendi
elleriyle saran bir baba. Bayram Cevher’e o kadar çok kızdım, o kadar çok
kızdım ki; Hülya her seferinde affetmese ben de bu kadar kolay sarılamazdım ona
herhalde. Ama kızgınlığım bir yana, bir yandan da kocaman sarılmak istedim ona.
Çünkü; tüm ön yargılarımın aksine dostluğuyla, insanlığıyla
gönlümü ferahlatan Mahir’i vardı. Hayat Şarkısı evreninin en özel
karakterlerinden biriydi. İlmek ilmek işlenen dostluğu, yerini aşka bırakırken
gidişi de kalbimi sızlatmıştı. Mahir Duru, hayatımda olsun ve hiçbir yere
gitmesin isteyeceğim kadar güzel bir karakterdi. Tanıştığımda çok korkmuştum
halbuki. Fakat ön yargının ne denli kötü bir şey olduğunun da tarifi gibiydi
Mahir. Mahir’den çok şey öğrendim, çok şey…
Çünkü; birbirinden şahane karakterleri vardı. Süheyla’sı, Hüseyin’i, Melek’i, Zeynep’i, Filiz’i, Bade’si,
Arda’sı, Kaya’sı, Nilay’ı, Atıf’ı, Aysel’i, Ceylan’ı, Ceren’i ve Bahar’ı,
Mehmet’i, Düğme’si... Ve dahası...
Kalbimin küt küt atmasına sebep olan bölüm finalleri,
derinliklerinde gezindiğim çok özel karakterleri, Mahinur Ergun’un hayata
bambaşka bir açıdan bakmama neden olan replikleri, Cem Karcı’nın bir yandan şov
yaparken bir yandan hiç yokmuş gibi davrandığı kusursuz dünyası, şahane müzikleri,
kahkahası, gözyaşıyla mükemmel bir yolculuktu Hayat Şarkısı. Hayatım boyunca
özleyeceğim ve hayatım boyunca durmadan durmadan izleyeceğim bir yolculuk…
İki yıl önce bugün, iyi ki gelmişsiniz… Gelmekle ne de iyi
etmişsiniz… Bugün tam da Hayat Şarkısı'nın ilk bölümünü izleyip özlem gidermelik gün...