Amerikan tarihi içinde Vietnam Savaşı’nın ayrı bir yeri
vardır. Bilindiği üzere Vietnam Savaşı kaybedilmiş bir savaşın da ötesindedir, hiçbir
zaman kazanılma ihtimali olmayan, yalnızca milyonların gözünü boyamayı
amaçlayan bir fiyaskodur. Bu tiyatroyu gün yüzüne çıkansa meşhur The Pentagon Papers skandalıdır.
The Pentagon Papers skandalının
ya da hem Amerikan hem de dünya tarihindeki yeri düşünüldüğünde hareketinin bir
kısmını ele alan The Post filmiyle
yönetmen Steven Spielberg, tarihin
seyrini değiştirmede etkili olan bir kahramanlık hikayesini anlatıyor.
Başrollerini Merly Streep ve Tom Hanks’in paylaştığı filmin
senaryosu ise bir başka gazetecilik filmi olan Spotlight’ın senaristlerinden Josh
Singer imzası taşıyor.
Spielberg filmin başında kamerasını Vietnam’a, savaşın tüm hızıyla
sürmekte olduğu cepheye çeviriyor. Ardındansa bizleri madalyonun diğer
tarafına, yani Amerika’nın kazanmaya çok yaklaştığı o tiyatro sahnesine götürüyor.
Asıl macera ise Vietnam Savaşı’nın gidişatına dair Bakan Robert McNamara’ya rapor bir hazırlamış olan ve ardından onunla
birlikte ülkesine dönen Daniel Ellsberg’in
Snowden’a da ilham veren sızıntısı,
kanunlara nezdinde “vatana ihaneti” ile başlıyor. Spielberg bizleri ilk aşamada
Nixon hükümetine rağmen ayakta kalmaya çalışan, etliye sütlüye dokunmaktan
kaçınarak hükümetle arasını iyi tutmaya çalışan The Washington Post gazetesinin
sahibi Kay Graham (Streep) ve genel
yayın müdür Ben Bradlee (Hanks) ile
tanıştırıyor. Sonrasında ise The New York
Times gazetesinin Vietnam Savaşı’na dair gizli belgeleri halka arz ettiği
yazı dizisine, bu süreç içinde The
Washington Post’un “oyuna” dahil olmak adına verdiği mücadeleyi gösteriyor.
İkinci aşamada bizi ise gizli belgeleri eline geçirmiş olan The Washington Post’un, The New York Times’a gelen yayın yasağı
ile kendini içinde bulduğu çıkmaza götürüyor.

Yakın Amerikan tarihine hakim herkesin bildiği üzere günün
sonunda The Washington Post gazetesi
Nixon hükümetinin uyarılarına, The New
York Times’ın yüzleştiği suçlamalarla yüzleşecek olmasına karşın belgeleri
yayımlıyor. Basın özgürlüğünün kazandığı savaşın ardından patlayan Watergate
skandalı sonrası da Nixon gidiyor. Ancak The
Post filmi yalnızca bu The Pentagon
Papers hareketini anlatmıyor. Olaya daha farklı bir perspektiften yaklaşan
hikaye gazeteciliğin etik ve ekonomik etkenlerce nasıl farklılaşabildiğini de
gösteriyor. Zira bir tarafa bireysel gerekçelerle mesleğin etik yönünü savunan,
karşısına çıkan fırsatı değerlendirme mücadelesi veren Ben Bradlee’yi diğer
tarafa ise hayatı The Washington Post olan
ve gazete üzerinden kurulmuş bir konumu bulunan Kay Graham’i koyarak buradaki
tercihin, haberi yayımlama kararının sanıldığı kadar kolay olmadığı ve bu riski
göze alabilme cesaretinin herkesçe gösterilemeyeceğinin altını çiziyor.
Özünde bir gazetecilik hikayesi olmasına karşın The Post filmi izleyicinin karşısına
gazeteciliğin de ötesinde gerçekler çıkarıyor. Basın özgürlüğünün önemine,
özgür basın ortamını yaratmak için birlik olmak gerektiği ve ancak bu şekilde
bir şeylerin değiştirilebileceğini anlatan film gazetecilik mesleğini haberin
iletilmeye değer olup olmamaktan ibaret sananlara da gazeteciliğin,
haberciliğin ulvi amacını gösterme niteliği taşıyor. (Tabi anlayana…)