MAYMUNLAR CEHENNEMİ:
SAVAŞ (WAR FOR THE PLANET OF THE APES)
2011 yılında Maymunlar
Cehennemi: Başlangıç ile başlayan ve 1968 yapımı Maymunlar Cehennemi filminin öncesini anlatan üçlemenin son halkası
olan Maymunlar Cehennemi: Savaş insan
ile maymunun son savaşını anlatıyor. Ancak yönetmen Matt Reeves, beyazperdede
görmeye alışık olduğumuz türler/ırklar arası savaşlardan farklı bir son
anlatmayı tercih ediyor. Vatandaşlarını insanların olmadığı bir yere götürerek
bu savaşa bir son vermeyi planlayan Ceaser’ın kaçış planıyla başlayan film,
oğlu ve eşinin Komutan tarafından öldürülmesiyle birlikte intikam mücadelesine
dönüyor. Büyük oğlu ve eşinin intikamını almak üzere yakın dostlarıyla bir
yolla koyulan Ceaser, günün sonunda ise kendini ummadığı bir savaşın, bir
başkasının savaşının ortasında buluyor.
Sinemada görmeye alışık kan ve kahramanlık dolu epik
mücadelelerin, destanların aksine Maymunlar
Cehennemi: Savaş filmi izleyiciye alışık olmadığı bir savaş anlatıyor.
Taraflardan birinin kayıp vermek istemediği, savaşmaktan kaçındığı bu
mücadelede insanın nefretini de gözler önüne seriyor. Din, ırk, tür savaşı
olmaksızın her savaşın altında aslında korkunun yer aldığı vurgusunu yapan film
bu farklı tarzıyla izleyicinin takdirini kazanıyor.
ÇIRAK (APPRENTICE)

Bir mahkum düşünün. Hapishanede, parmaklıklar ardında ya da
bir binanın karanlığa gömülü bilmem kaçıncı katındaki bir zindanda değil. Elini
kolunu sallayarak sokakta dolaşıyor, her gün temiz havayı içine çekiyor. Fakat
koğuştaki bir mahkûmun çektiği acıları, belki çok daha fazlasını çekiyor,
içinde fırtınalar kopuyor ve kimliği ortaya çıkmasın diye içinde yaşananları
dışa vurmuyor, vuramıyor. Tıpkı bizler gibi.
Bir Singapur yapımı olan Çırak
Aiman (Firdaus Rahman) adlı eski bir askerin, şimdilerde ise bir hapishane
gardiyanın geçmişiyle olan mücadelesini anlatıyor. Düşünceleri, görüşleri
yüzünden idam sehpasını boylamış bir babanın oğlu olarak bir taraftan peşini
bırakmayan karanlık geçmişten kaçarken, diğer yandan da babasının ‘katiliyle’
hesaplaşmaya çalışıyor. Fakat gel gör ki yanında bulunduğu, çıraklığını yaptığı
cellâdın gerçekte bir katil olup olmadığını,
kendini onun koltuğunda bularak anlamaya çalışıyor. Bir adamın içsel
hesaplaşmasının yanı sıra cezalandırma eyleminin uygulayıcısının, bu eylemin
neresinde bir tarafı olup olmadığı tartışmasını yeniden açıyor. Bu anlamda da
toplama kamplarında, Auschwitz’te mahkûmları gaz odalarına götürüp getiren ve o
gazı açanların suçun ne denli bir parçası olduğu tartışmalarını akıllara
getiriyor. Bu yılın kesinlikle izlenmesi
gerekenlerinden.
PLANETARIUM

Başrolde Oscar ödüllü Natalie Portman’ı izlediğimiz Rebecca
Zlotowski imzalı film bizleri II. Dünya Savaşı’nın gölgesine götürüyor. Barlow
kardeşler olarak bilinen ve Avrupa’da psişik gösteriler yaparak savaşın
ekonomik etkilerine karşın hayatta kalmaya çalışan Laura (Portman) ve Kate
(Lily-Rose Depp) kardeşlerin hikayesini anlatan film, daha önce birbirinden hiç
ayrılmamış olan kardeşlerin kendilerine çizdikleri farklı yolları konu alıyor.
Bir yanda psişik güçleriyle ülkenin zengin ve nüfuzlu ismi André Korben’in
(Emmanuel Salinger) ilgisini kazanan Kate, Korben’in tutkusu ve kendini
kaybetmişliğinin peşinden gidiyor, diğer tarafta ise Laura bir sinema yıldızı
olma hayali ve Korben’in ilgisini yeterince çekememiş olmanın kıskançlığı ile
kendini tatmin edebilmek üzer sonunu göremediği bir maceraya atılıyor.
Savaşın etkilerini yeterince göstermeyen ve hikayeyi gerçeklikten
kopuk yaşayan bir dünyaya sıkıştırarak işleyen Planetariuım, karakterlerinin açtığı yoldan gidip kendini bir
bilinmezliğin ortasında buluyor. Bir yandan Fransız sinemasının kendini
yenileme ve yeniden atılım yapma çabalarını anlatırken diğer yandan da vurdumduymaz
tavırlarına karşın sokaktaki nefreti içinde barındırmakta olan ikiyüzlü
sektörün kirli çamaşırlarını da ortaya döküyor. Daha ziyade oyuncuların
performansları üzerinden ilerlemeyi hedefleyen filmde özellikle de Depp’in performansı
sönük kalıyor, kimi yerlerde filmin temposunu düşüyor, benden söylemesi.
İSTİSNA (THE EXCEPTION)

Yine bir II. Dünya Savaşı filmi olan İstisna (The Exception) beyazperdeye Alan Judd’ın “The Kaiser’s
Last Kiss” adlı romanından uyarlanıyor. Hollanda’ya sürgüne gönderilen Kayzer
II. Wilhelm’in son günlerini kurgusal bir hikaye üzerinden anlatan film, Alman
Yüzbaşı Stefan (Jai Courtney) ile Kayzer’in (Christopher Plummer) hizmetçilerinden
biri olan Mieke’nin (Lily James) yasak aşkına odaklanıyor. Bir yanda krallığı ekonomik
krize sürükleyen monarşinin, diğer yanda ise Milli Sosyalist Demokratik Parti’nin
yer aldığı dönem koşullarında, ikilemler üzerine odaklanıyor.
Mieke ile Stefan’ın sıra dışı ilişkisiyle başlayan film, malikaneye
gelen sürpriz ziyaretçinin geldiği sahneye kadar daha ziyade ikilinin aşkı
üzerinden ilerliyor. Bir taraftan köydeki İngiliz ajanının kimliğini bulmak
üzere gizli bir soruşturma yürütülürken diğer yandan da Kayzer’in geleceğine
dair bir tartışma sürüp gidiyor. Almanya’yı kimin krize soktuğu, krallığın
sonunu kimin getirdiği, dolayısıyla da asıl suçlunun kimliğine dair sürmekte
olan mücadelede ise izleyiciye taraf seçme şansı tanınmıyor, izleyici bir doğrunun tarafı ilan ediliyor. Nazi
Almanya’sına hala taraflı bir pencereden yaklaşıyor olması ve Almanları
İngilizce konuşturtmasıyla film bir hayal kırıklığı yaratmıyor değil. Ancak
hikayesi ve işlediği konu yine de görülmeye değer.
HAFTANIN DİĞER
FİLMLERİ:
14 Temmuz Cuma günü vizyona girecek filmlerden diğerleri ise
dört kadın yönetmenin dört farklı hikayeyi anlattığı korku filmi Korku Tüneli (XX), Emre Altuğ’un
başrolde olduğu gerilim türündeki yapım Durak, live-action türündeki Alman yapımı çocuk
filmi Fırıldak Kedi Findus (Pettersson
und Findus), tiyatrocu Bülent Emin
Yarar’ın başrolde olduğu dram filmi Geçmiş
ve Ayı Kardeşler adlı animasyonun üç
boyutlu yeni filmi Ayı Kardeşler: Sirkte
Curcuna.