Sivas Devlet
Tiyatrosu repertuvarına alınan Antik Yunan Tiyatrosunun en önemli
komedyalarından Aristophanes'in Lysistrata'sı,
yurtiçi turne programı kapsamında Mayıs ayının ikinci haftasında İzmir Devlet
Tiyatrosu Konak Sahnesi'ndeydi.
Lysistrata, savaşın anlamsızlığını,
gereksizliğini ve yok ediciliğini oldukça sade ve coşkulu bir anlatımla gözler
önüne seren bir metin. Yurttaş sayılmayan, bu nedenle kamusal alanda hak ve
irade iddiasında bulunamayan -yani özgür olmayan- kadınların, kendilerine
çizilen sınırları ve biçilen rolleri barış için kullanmaya karar vermeleri ile
başlıyor hikâye.
Atina ile Sparta
arasındaki savaşın artık sona ermesi gerektiğine inanan kadınlar bir araya
geliyor, savaş devam ettiği sürece eşleriyle aynı yatağa girmemek üzere
sözleşiyor ve kendilerini tapınağa hapsediyorlar. Sınırların ve rollerin dışına
çıktıkları için değil, sadece ve sadece o sınırlar içinde kendilerine atfedilen
rolleri ifa etmedikleri için görünür ve duyulur oluyorlar, böylece kitlesel bir
eylem başlatabiliyorlar. Eylemlerinde direndikleri ölçüde de başarılı
oluyorlar.
Kadınların bu pasif
direnişi, feminist literatürde "kadının görünmeyen emeği"* denilen
durumu bütün netliğiyle ortaya koyuyor: ev içi işlerle
"görevlendirilen" kadınlar, o işleri yaptıkları sürece yaptıkları
işler göze görünmez. Ev temiz, yemek hazır, çocuklarla ilgilenilmiş. Ama
sorarsanız, "kadın çalışmıyor". Ne zaman ki bu "iş"ler
yapılmaz, ev dağınıktır, yiyecek yemek yoktur, çocuklar bakımsızdır, o zaman
anlaşılır kadının "değer"i. Lysistrata önderliğindeki kadınların
evden çıkmaları ve savaş sonlanmadıkça geri dönmemekte kararlı olmaları, bu
nedenle büyük bir krize yol açıyor erkekler açısından.

Lysistrata'nın bu
yorumunda bu tema korunuyor, oyunun mesajı net bir biçimde iletiliyor. Fakat
bazı teorik problemler göze çarpmıyor değil. Öncelikle zamansal bir sıkıntı
var: Antik Yunan dünyasında olmadığımıza dair hiçbir kuşku yok akıllarda, fakat
replikler fazla modern. Sahnedeki kadınlar ısrarla erkeklerle eşit olmak
istediklerini söylüyorlar; oysa Aristophanes'in böyle bir derdi yoktu. İma
ettiği düşünülebilir ama bunu hiçbir zaman sözcüklere dökmemişti. Eşitsizlik o
çağın sorunu değildi; Lysistrata'nın örgütlediği kadınların tek derdi savaştan
kurtulmak ve barışı sağlamaktı. Bunun da bir özgürlük arzusu olduğu iddia edilebilir ancak, o da yine ima düzeyinde.
Bir diğer sıkıntı,
koronun rolüyle ilgili. Antik Yunan tiyatrosunun konuyu tartışan, fikir beyan
eden, sorular soran ve pozisyon alan korosunun yerine burada yalnızca anlatıcı
işlevi sürdüren bir koro var. Öte yandan, koro için Sibel Erdenk tarafından yazılan
şarkılar, kadınların eylemdeki coşkusunu seyirciye doğrudan ileten ve sahneleri
birbirine sımsıkı bağlayan geçişler olarak oldukça işlevsel.
Kostüm
tasarımında Hollywood'dan fazlasıyla etkilenildiğini düşünüyorum. Fakat bu kostümlerin hem antik çağın abartılı kostümlerine
hem de oyunun sahne tasarımına uymadığını söylemek haksızlık olur. Oyuncuların makyajları da antik tiyatronun maske
geleneğini hatırlatıyor; her ne kadar tüm oyunculara aynı türden bir makyaj
yapılmış olsa da…
Fakat komedya her
zaman sınırları değişken, abartıya ve yeni yorumlara açık bir tür olmuştur. Söz
konusu bir tragedya olsa büyük hatalar olarak işaret edebileceğim(iz) bu birkaç
noktaya burada her zaman göz yumulabilir. Ben de aklıma takılanları not etmiş
olma gayesindeyim yalnızca.
Sonuçta,
sahnedekinin müthiş bir temsil olduğunu söylemek zorundayım. Zaten Barış Erdenk
rejisini sahnede her izleyişimde bambaşka bir yerde buluyorum kendimi. Sanki
her oyun olduğundan bambaşka, yepyeni ve ufuk açıcı bir kimlik daha kazanıyor.
Sanki sahnedekileri değil de bir rüyayı izliyorum…
Erdenk'in
Lysistrata'sının en güzel yanı, sahnede yalnızca 5 kadının olması ve bu beş
kadının sürekli değişen farklı rollere saniye bile ıskalamadan geçebilmesi.
Bazen kadın bazen erkek, bazen yetişkin bazen çocuk, bazen karakter bazen koro:
Sahnedeki beş kadın bunların her birine ustalıkla can veriyor ve bunu, takip
etmesi bile oldukça güç bir koreografi ile yapıyorlar. Oyun bittiğinde ben
soluk soluğa kalmıştım koltuğumda, oyuncularsa bir an olsun teklememişlerdi
oyun boyunca.
Bize bu benzersiz
yorumu sunan yönetmen Barış Erdenk ve koreograf Sibel Erdenk'e, oyuncular Filiz
Demiralp, Begüm Atak, Filiz Uysal, Göksu Girişken ve Neyra Karaböcü'ye,
müzikleri yapan Serdar Kurutçu'ya, bu müzikli oyuna enstrümanlarıyla canlı
canlı ses veren Şafak Öztürk, Emre Emlak, İsmail Öztürk ve Burak Seçgin'e,
oyunda emeği geçen ve bu oyunun İzmir'e gelişinde payı olan herkese
teşekkürler. Yolunuz her daim açık olsun, dilerim yeniden karşılaşırız.
*Tanım
ve ilgili tartışmalar için Gülnur Acar-Savran ve Nesrin Tura'nın Kadının Görünmeyen Emeği isimli derlemesine
(Yordam Kitap, 2012) bakılabilir.