Bazen yalnız kalmak
isteriz, insanlarla çevrelenmişken bile. Dışarı çıkarız, ama
dışarıdaki sesleri duymamak için kulaklıklarımıza sığınırız. Evimizde en rahat
koltuğa gömülmek yerine bir Pazar öğleden sonrası, bir parkta oturup okumak
isteriz kitabımızı, gazetemizi. Dışarı çıkma sebebimiz sosyalleşmek değildir; yalnızca dışarıda olmak, dışarıdayken de kendimiz olmaya devam etmek isteriz…
Yalnızlığı sevsek de
insanlarla çevriliyiz, selamlaşırız, gerekirse konuşuruz, yardımlaşırız. Ama
gerekmiyorsa da hiç konuşmayız. Kimseyle muhatap olmamak için mahalledeki
bakkaldan değil de süpermarketten alışveriş yaparız mesela, ne kadar az
diyalog, o kadar rahat bir kafa!
Ama bir de, siz
kendi kendinize kalmışken, hiç gereği yokken, kendinize ayırdığınız zamanı
çalmaya niyetlenenler olur. Gelip bir şeyler sorar, sessizce oturup kitabınızı
okuduğunuz bankta yanınıza oturur, sizi kendileriyle konuşmaya zorlar bazı
insanlar. Nezaket gösterip karşılık verirsiniz, onun sizi rahatsız etmesinde
bir nezaketsizlik yokmuş gibi… Anlattıklarını dinlersiniz hiç ilgilenmeseniz
de, çünkü nezaketten ötesi de vardır: Merhamet. Sizin tercihiniz olan
yalnızlığın bazılarının zorunluluğu olduğunu bilirsiniz. Bilmediğiniz, iyi
niyetinizin sizi bir felakete de sürükleyebileceğidir…
Geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz Amerikalı oyun yazarı Edward Albee, ilk oyunu Bir Hayvanat Bahçesi Hikâyesi'nde bunları konu ediyor. Oyun, Çolpan İlhan & Sadri Alışık Tiyatrosu - SAKM prodüksiyonuyla, Gökhan Erarslan rejisi ve Burak Sergen'in performansıyla Mart ayından bu yana sahnelenmekte… 1. Karşıyaka Tiyatro Festivali kapsamında İzmir'e gelen oyun, Bostanlı Suat Taşer Açıkhava Tiyatrosu'nda seyirciyle buluştu.
Bazen tek suçunuz yalnız başınıza oturuyor olmaktır!
'Oynaması' şart
değil, "Burak Sergen sahnenin bir köşesinde oturuyormuş" deseler,
onun nasıl 'oturduğunu' görmek için bile bilet alıp karışabilirim seyirciler
arasına; kendisine yönelik ilgim ve hayranlığım bu raddede. İleride göreceğiniz
memnuniyetsizlik ifadelerini, bunu aklınızda tutarak okuyunuz lütfen.
Onun bir oyuna
hazırlandığını duyduğum anda ben de başlıyorum hazırlıklara… Oyunun metnini
bulup okumak, eğer varsa yazarın oyun hakkındaki notlarına göz atmak, oyunla
ilgili olarak yapılmış röportajları okumak gibi hazırlıklar bunlar.
Bu araştırmalarım
sırasında, bu metni oynamanın Burak Sergen'in uzun zamandır istediği bir şey
olduğunu ve Kerem Alışık'ın ikinci sezonda Kara
Sevda kadrosuna katılması ve çekim aralarında Sergen ve Alışık'ın
kurduğu diyalogun bizi bugünlere getirdiğini öğreniyorum! Kara Sevda, yalnızca hikâyesi, polisiye dozu,
temposu ve ters köşeleriyle değil, kadrosunda bulunan tecrübeli tiyatrocuların
oyunculuk çıtasını arşa çekmesi sebebiyle de çok değerli zaten benim için
(düşünün bir, Rüzgar Aksoy, Zeyno Eracar, Zerrin Tekindor, Kerem Alışık ve
Burak Sergen var dizinin kadrosunda, hepsi aktif olarak tiyatro yapmakta ve
seyircinin hafızasına kazınan performanslar sergilemekte); ama Burak Sergen'ın
SAKM çatısı altında bir iş yapmasına vesile olduğu için de kalbimdeki yerini
derinleştirdi.
Yazar Albee, 1959'da
yazdığı bu oyunu 2007 yılında güncellemiş ve Sergen de oyunu bu
güncellenmiş haliyle sahneye koymak istemiş. Oyunun orijinal metnini okuyup
güncellenmiş versiyonu izledikten sonra benim yorumum, yapılan güncellemelerin oyunun
anlatmak istediği şeyi değiştirmediği fakat anlatım gücünü azalttığı yönünde.
Oyun, bir Pazar günü
öğleden sonra Central Park'ta oturmuş kitabını okuyup piposunu tüttüren
Peter'ın yanına yanaşıp ona hayvanat bahçesine gidişini anlatmak isteyen
Jerry'nin sürprizlerle dolu diyalogundan ibaret. Yani en azından oyunun ilk
yazıldığı hali bu. Bunu okuyunca, son 3-4 yıldır tek kişilik oyunlarla sahnede
olan Burak Sergen'in neden bu oyunu sahnelemek istediğini anlamak zor olmadı.
Sahnede bir Peter olmasa da Jerry parkta dolaşıp hikâyesini anlatabilir ve hiç
garipsenmeyebilirdi. Peter'in varlığının oyuna bir katkısı olmadığını
söylemiyorum; aksine, arka plandaki temayı işlemenin tek yolu Jerry'i biriyle
diyaloga sokmaktır ve yazar, amacına ulaşmıştır. Fakat Peter'ın varlığı, bu
oyunu Jerry'nin tek kişilik gösterisi olmaktan çıkarmıyor, söylemek istediğim
bu.
Peter rolündeki Onur
Kırat, Jerry'nin coşkulu paslarını göğsünde yumuşatmayı başarıyor; aslında
gerildiği bir ortamda sakin kalmaya çalışan Peter'ın tedirginlikle özgüven
arasındaki salınımını başarılı bir biçimde yansıtıyor. Oyunda eksik olduğunu
düşündüğüm, anlatım gücünü azaltan şey bu değil. Burak Sergen'in zayıf
kaldığını, onun yeteri kadar iyi bir Jerry olamadığını da söyleyemem. Ama sahne
üzerindeki performansın bütününde bir eksiklik vardı ve ben bunu, sahneye bu
iki kişi haricinde birilerinin daha konmasına ve bu birilerinin, arka planda
kalmayıp oyunun en can alıcı noktalarına dâhil olmalarına bağlıyorum.

Peter ve Jerry'nin
parktaki 'sohbet'inin arka planına, parkta koşanlar, yandaki banka oturup
sigara içenler, kaykayla parktan geçen gençler, parkta yaşayan bir evsiz gibi
tipler eklenmiş. Bu eklemeler parkı daha canlı ve gerçek kılmış; Jerry'nin zaman
zaman onlarla sözsüz diyaloga girmesiyle de bu gerçekçiliğin ve Peter'in rahatsız
edici tavrının altı çizilmiş. Buraya kadar hiçbir şikayetim yok, hatta oyunun
ilk halinde olmayan bu eklemeleri sevdim bile diyebilirim. Ama bu oyuncular,
Jerry ve Peter'ın diyaloguna dâhil oldukları anda benim memnuniyetsizliğim
başladı.
Oyunun akışında
birkaç zirve noktası var, bunlardan biri, Jerry'nin komşusunun köpeği ile
arasında geçenleri Peter'a anlattığı bölüm. Oyunu okurken, aklımdan 'kim bilir
bu sahnede Burak Sergen nasıl da devleşecek' diye geçirmiş ve Sergen'in hem
Jerry'i, hem komşusunu, hem köpeği, hem de hamburgerciyi canlandıracağını hayal
ederek heyecanlanmıştım. Ne var ki, Sergen'i Jerry ile sınırlandırmayı ve bu
karakterler için başka oyuncuları kullanmayı seçmişler. Ne büyük hayal
kırıklığı! Daha kötüsü ise, bu yan karakterlerin tamamının birden, Jerry'nin
mücadele ettiği köpeğe dönüşmesi, Jerry'nin kendi hikayesinde başrolü köpeğin
alması.
Umarım
anlatabilmişimdir derdimi, hayal kırıklığımın büyüklüğünün sebebi sahnede
izlediğim şeyi beğenmemem değil; aksine oyun bittiğinde oldukça da mutlu
ayrıldım salondan. Şüphesiz ki iyi sahnelenmiş, derdini anlatmayı başarmış iyi
bir oyun bu. Hayal kırıklığına uğramamın sebebi beklentimi fazla yüksek tutmuş
olmamdır belki de. Gayet iyi oynadığı, koştuğu, arkadaşlarıyla paslaştığı bir
maçta 3 gol atmadığı için Messi'yi suçlayamayız, değil mi? Ya da 300 yapabilen
bir araçta 90'la gittiğimiz için mutsuz olmayız… Benim beklentim işte o
noktadaydı, çünkü Adolf'te, 300'le giden bir Burak Sergen izlemiş ve sersemlemiştim oyun sonunda. Çingene Boksör'den tek perdede 5 gol yemiş ve
çivilenmiştim oturduğum yere… Jerry de
beni biraz tokatlasın, silkelesin, oturduğum yerden zıplatsın istemiştim.
Mızmızlanmamın sebebi, beklediğimden daha sakin, daha akışkan bir oyun izlemiş olmam…
Şımarık bir seyirci
olduğum ve bu kadarıyla yetinemediğim için başta Burak Sergen olmak üzere tüm
emeği geçenler bağışlasın beni. Ve İzmir'e tekrar gelsinler ki ilk
beklentilerimi zihnimden silip bir kez daha izleyebileyim oyunu, bu kez anın tadını
çıkararak…
Künye:
Yazan: Edward Albee
Çeviren: Edanur Hancı
Yöneten: Gökhan Erarslan
Yönetmen
Yardımcısı: Şahin Adıgüzel
Sahne
ve Kostüm Tasarımı: Dilek Kaplan
Müzik
Tasarımı: Hakan Şavklı
Işık
Tasarımı: Hakan Hafızoğlu
Hareket
Düzeni: Alpaslan Karaduman
Efekt
Tasarımı: Ersin Aşar
Afiş
Tasarımı: Aysun Kafkaslı
Fotoğraf: İlker Ergin
Reji
Asistanları: Cansu Tuncer- Kemal Ağar
Oyuncular:
Burak Sergen, Onur Kırat, Şahin Adıgüzel, Edanur Hancı, Ayşin Ayata, Ferdi Taşkın, Merve Göydağ, Serkan Beşiroğlu