Sen! Evet, sen! Bakma öyle anlamamış gibi sağa sola.
Kardeşim sen diyorum işte, parmakla ne diye sorgular gibi kendini
gösteriyorsun. Evet! Senden bahsediyorum! Ta kendisi. Burada senden başka kimse
var mı Türk dizisi izlemek gibi ayakta alkışlanası bir işi gerçekleştiren? As
as, bayrakları as! 180 dakika o koltuğun başında oturuyorsan ben seni ayakta
alkışlarım. Bunla yetinmem, istersen amuda kalkıp, perende falan da atarım. 3
saat… 180 dakika…10800 saniye… O koltukta oturuyorsun. Senin de ayakların
uyuşuyor mu? Benim geçen ayaklarım uyuşmuş oturmaktan. “Hareket ettireyim.”
dedim. Kundaklanmış bebek gibi kaldım öyle. Gözler çipil çipil oynuyor, sanki
koltuğun bir parçasıymışım da, beni oraya dikmişler de, hareket etmem çok
absürd bir şeymiş gibi bir his. Bir an korktum ya ben. Televizyon izlerken felç
geçirdiğini düşünsene. Aman, aman tahtaya vur. “Bari kendimi koltuktan aşağı
yuvarlayayım, bu böyle olmaz.” dedim. Onu da beceremedim. Malum beynim de
uyuşmuş. Televizyon izleyerek kafayı bulmak mümkün. Denendi, onaylandı. Çok
değişik bir kafa yapıyor. Kaç promil olduğunu bilmiyorum da kafası garip. O
yüzden ben senin önünde saygıyla eğiliyorum. Bu uğurda beden sağlığını da kafa sağlığını
da hiçe saydığın için. Büyüksün!
Televizyondan platonik olarak nefret ediyorum. Nef-ret!
Onun da haberi vardır büyük ihtimalle zira 5 ay televizyon açmadığımı bilirim.
Oh olsun sana! Üzerimizdeki etkisi beni ürkütüyor. Gelin duvağı niyetine
danteli örtüyorlar ya bir de. O duvak açılınca içinden çıkanlar düşman başına.
Al, görücü usulü yaparsan böyle olur. İnsanların resmen DNA’larıyla oynuyor.
“Pikkachuuu!!!” diye kendini 10 kat aşağı atan var. “Cendere
cendere!!!” diye sokaklarda pala sallayan var. Televizyonun önünden geçti diye
karısını vuran var, daha ne olsun? Arkadaş, bu nasıl manyak bir alet anlamadım
ki. İnsanlara nasıl kafalar yaşatıyorsunuz siz. Ahanda sana yerli malı, yurdun
malı, herkes onu kullanmalı styla kimyasal silah. Hiç bakma öyle. İnsan
üzerinde fiziksel, psikolojik tahrip etkisi yapmıyor mu? Yaaa. Çoğu şeyden daha
fazla etkiliyor bizi. On binleri, yüz binleri, milyonları etkileyebileceğin en
güçlü silahlardan biri kendisi. Önlenemez, durdurulamaz. Aşısı yok, şurubu yok,
hapı yok. Yavaş yavaş, sinsice ele geçiriyor seni. Bu kimyasal silahın
dümenindeyse senarist dediğimiz kişiler var. Senarist kim mi? Ya çok sevilen ya
da nefret edilen. Siyah veya beyazı yaşadığın, grisi olmayan kişi. Geyiğin başı
anlayacağın. :)
Senin, uğruna ömründen üç saat verdiğin dizinin yazarı.
Bu silah doğru ellerdeyse sıkıntı yok. Zarar gelmez sana. Keyfine bak. Ama
yanlış ellerdeyse… Mahvolursun, mahvoluruz. Mahvolduk, mahvolacağız. “Diziyi
ben yazdım. Ne istersem onu yazarım. Siz de izleyeceksiniz.” diye kafalara
girildiyse hele… KAÇ!!! Öyle bir dünya yok canım, üzgünüm. Seyirci dediğiniz
kişiler sizin deney hayvanınız değil. Reyting adı altında türlü fantezilerinizi
tatmin edeceğiniz kobaylar arıyorsanız başka kapıya. Bir defa siz hizmet
sektöründe çalışıyorsunuz. Yaptığınız her şeyi, o burun kıvırıp üstten
baktığınız seyirci için yapıyorsunuz. Onun yaptığı eleştirileri paşa paşa
dinleyeceksiniz. Evet, gerekirse hikâyelerinize ona göre yön vereceksiniz.
Denize açılmayı göze alan bir kaptanın “Aman istediği yönden gelsin rüzgâr, ben
böyle dümdüz gideceğim.” demek gibi bir lüksü yoktur. Rüzgârın estiği yöne göre
dümeni kırmaktır sizi kaptan yapan şey. O senaryoları yazıp seyirciye
sunduğunuz ilk andan itibaren, oğlunu geliniyle paylaşan bir annesiniz siz
artık. Onlar sadece sizin karakterleriniz değil.
Hayır. Pazar poşetlerini taşıyan Ayşe Teyze’nin, araba
tamir eden Süleyman Amca’nın, dershaneden çıkan küçük Melis’in, biraz önce
sevgilisinden ayrılan Ali’nin ve daha nicelerinin karakterleri. Onların
kalplerine bir kez dokunduktan sonra sizin, benim, bizim, hepimizin
karakterleri onlar. Dizi karakterlerini küçümsemeyin, asla! O karakterler öyle
ya da böyle birilerine bir şeyler anlatıyor, üzerlerinde bir etki bırakıyor. Bıraktığı
etkilerse tahmin ettiğinizden çok daha güçlü. Kalp sandığınız gibi sadece
anatomik bir organ değil. Yaşayan bir organ. Bir kez bir şeyler hissetti mi, o
hissi en özel köşesine koyan organ. Ve siz buna aracısınız. Senaristler,
oyuncular, yönetmenler… Hepsi. Bundan daha güzel bir şey olabilir mi? Ama siz
kolayı seçiyorsunuz. Seçmek istiyorsunuz. Yanlış olduğunu bile bile
seçiyorsunuz hem de. Hissettirebileceğiniz onca duygu, hayal dünyalarında
açabileceğiniz onca kapı varken neden bu kadar çok korkuyorsunuz? Neden inatla
bazı şeyleri dayatmaya çalışıyorsunuz? Bu işin sonu belli. Biliyorsunuz. Her
şeyden daha iyi biliyorsunuz hem de. Tünelin sonu karanlık.
Peki, öyleyse, neden? İşin
içine “para” denilen bir şey girdiği için mi? Ya da bir şeyler hissetmekten,
farklılıklardan korkar hale getirilen bizler yüzünden mi? Yo yo yo, hiç bizleri
suçlamayın. Bizi bu hale siz getirdiniz. Önce reyting diye bir sistem kurdunuz.
İki bin küsur kişinin eline bir kumanda verdiniz ve “Seç!” dediniz. Onlar
seçti. Başlarda daha idealisttik. İyi kötü anlıyorduk bazı şeyleri. Ama sonra…
Sonra önce onlar vazgeçti. Kendileriyle beraber bizleri de ateşe sürükledi.
Eskiden olan dizilere bakın. Dertlerine, vermek istedikleri mesajlara, sizde
hissettirdiklerine…Sonra dönün bir de şimdikilere bakın. Alıştık. Alıştırıldık.
Aynı şeyleri izlemeye, izlemek için bir şeyler izlemeye alıştık.
İzlediklerimizin üzerimizdeki etkilerini göremeden, biz çoktan alıştık. Geç
kaldık. Aslında her şey yavaş yavaş oldu ama biz çok geç kaldık. Önce
oyunculuğun bir meslek olduğunu unutturdunuz bizlere. Yakışıklı, kaslı olmanın;
sıfır beden, güzel olmanın bu mesleği yapmak için yeterli olduğuna ikna etmeye
çalıştınız bizleri.
Yazı devam ediyor...