Eğer kıyısından köşesinden Kiralık Aşk’ın rüzgârına
kapıldıysanız arada bir şu soruyu sorarken bulmuşsunuzdur kendinizi .“Gerçek
olmadığını bildiğin, senden çok uzakta birinin aklından geçenlerden ibaret bir
kurmacaya, bir televizyon dizisine nasıl olur da bu kadar bağlanırsın?” Bu
soruların cevabını ararken ve kendi anormalliğinle başa çıkmaya çalışırken bir
bakarsın ki yalnız değilsin, kocaman hem de epey kocaman dostların olmuş.
Hayatta bazen bir şeylere tutunmak istiyor insan. İhtiyaç
duyuyor, istiyor ki bir şey onu oyalasın, dertlerini unuttursun, mutlu etsin,
belki de cesaretlendirsin. Hani olur ya bir şeylere vesile olsun. İşte o şeyle karşılaşmanız çok şahane bir an.
Ne çıkarsa bahtınıza. Başlarda anlamıyorsunuz , “Aaa iyiymiş bak bu.” diyerek
normalleştirmeye çalışıyorsunuz. Sonra
bir bakıyorsunuz ki, o “şey” sizi gittikçe etkisi altına almaya başlamış. Misal
gençliğinin baharında ve gezmeleri çok seven birisiniz -mevsimlerden de yaz-
bir bakıyorsunuz ki canınız Cuma akşamları dışarı çıkmak istemiyor. Ve mevsim geçer, ağaçların yaprakları kurur,
kar kış kapına dayanır... Bir bakmışsın ki durum değişmemiş. Cuma geceki
çılgınlığın kat be kat artmış, ertesi günlerde döne döne size iyi gelen o
“şeyin” kollarında bulmuşsun kendini. Hal böyle olunca içten içe şaşırma, hatta
itiraf etmek gerekirse azıcık da utanma hissi geliyor. “Nasıl yani bir dizi mi
bana yaptırıyor bütün bunları?” diyorsunuz. Ben dedim, ondan biliyorum. Ben hiç
tahmin etmezdim bir dizinin bana tutunacak dal olabileceğini. Ama oluyormuş
işte… Takdir edersiniz ki 69 hafta boyunca tutunduğun o dalın elinden alınması
insana birazcık koyuyor. Ve işte tam da
bu noktada da veda etmem gerektiğini biliyorum.
Mutsuzken ya da hüzünlüyken çenem düşer, girizgâhtan da anladığınız
üzere mutsuz ve hüzünlüyüm. Ve bu uzun bir veda olacak.

En kere en sevdiğim bölüm <3
19 Haziran akşamını hatırlıyorum. Hayır, bu kez tek neden
fil hafızam değil. Önemli günleri, tarihleri, saatleri ve dakikaları unutmam.
Bildiğiniz şahane an meselesi işte… Kişisel tarihimin en kötü, en çıkmaz dönemi idi. Bazen
oluyormuş herkese, yani bana da öyle dediler. Çok mutsuzdum. Hissedebilen bütün
yerlerim mutsuzdu. Üstelik ortada küçücük, minnacık bir neden bile yoktu. Ya da
kendime açıklayabildiğim bir nedenim yoktu. Yürüyüş yapma bahanesi ile beyin
duşu almaya çıkmıştım. Yürüyorum, yürüyorum... Yürüdükçe beynime hava basılıyor
gibi hissediyordum. Kulağımda da
isyankar ruhumu iyice coşturan bir şarkı var, ağır çekimde yürüyerek klip
çekiyorum. Tabii o zamanlar hikâyenin sonunda “Sen misin ilacım naninina nay
nay.” çalacağından habersizdim.
"Maşallah saat 10" repliğinin hafızamıza kazındığı bölüm <3
Bütün bu anlattıklarım o depresyon grisi Cuma akşamı
değişti. Çok hızlı giriş yaptım ben Kiralık Aşk evrenine. Saçmalamaya başladığım ilk anı da
hatırlıyorum. Dokuzuncu bölümü altı kez art arda izledikten sonra uzun bir süre
yataktan çıkmamıştım. Sonrasında onuncu bölümü kaç kez izlediğimi dahi hatırlamıyorum. Çılgınlar gibi stalklıyorum herkesi... Aldı beni bir bağımlılık... Kuaföre gidiyorum, tonton teyzeler “Televizyonda bir kız var ya saçları turuncu
ondan yap bana.” diyor. Ben kocaman kocaman gülüyorum. Kadıköy’de yürürken küçük
kızların “nana nina nay nay ”dediğini duyuyorum, ben yine kocaman gülüyorum. Aylar öncesinden
ayarlamışız, binbir heves İtalya’ya gidiyoruz. Ben bavul hazırlayacağım yerde
durmuş, “E Cuma günü ben nerede izleyeceğim?” diye düşünürken buldum kendimi en
sonunda. Hayat öyle garip bir hayat ki, buz gibi Prag’tan sıcacık Bolonya’ya
gelmesini beklediğiniz bir yolcuyu “Sen misin ilacım.” dinleyerek karşılattı
bana…
Yazı devam ediyor...