Kış, İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış… Üstünden hangi mevsim
akarsa aksın, güneşini kaybetmeyen bir şehir düşünün. Ve bir masal hayal edin;
içinde ağırlığınız yokmuşçasına süzüldüğünüz. Bir yıldızın üzerinden diğerine
zıplarken zamanın dünyevi anlamını kaybettiği, sonunda ayaklarınız hafifçe yere
değdiğinde başınızın üzerine ipekten bir mutluluk haresi bulduğunuz.
City of Stars – Yıldızlar Şehri. Başka bir dünyada, La La Land’e pekala filmin alametifarikalarından
olan bu iki buçuk dakikalık parçanın ismini de verebilirlerdi. Çok da iyi
anlatırdı üstelik filmi.
Yıldızlar şehri
Parlıyorsun, peki sadece benim için mi?
Yıldızlar şehri
Görebildiğim o kadar çok şey var ki
Kim bilir...
Bu harika bir şeyin başlangıcı belki
Veya gerçekleşmeyecek bir başka hayalin
Ama La La Land.
Ona verilen ismiyle bile tatlı bir şarkıyı mırıldanıyor gibi. Alice’in
Wonderland’i misali, sadece Mia ve Sebastian’a ait olan bir Los Angeles’ın; kendi
melodisini tutturan bir LA’in hikayesi.
Star-crossed
lovers. Türkçe’ye talihsiz
aşıklar olarak çevrilir. Sinema diline ise, belki pek az beyazperde aşkına
kısmet olacak kadar isabetle, Mia ve Sebastian diye. Hayallerinin peşinden
koşar adım ilerlerken ellerini birbirine kenetlenmiş buluveren bir müzisyen ile
bir aktrisin; veya gökyüzünde milyonlarcası arasında kayacağı anı beklerken
birbirlerine göz kırpan iki yalnız yıldızın hikayesi.

La La Land, pek
çok sinema izleyicisini kalbinden vuran (şahsım adına beni olduğum yere
mıhlayacak kadar çok etkilemiş, kelime anlamı ile nefessiz bırakmış) Whiplash’in yetenekli yönetmeni Damien
Chazelle’in elinden çıkan bir yeni dönem Hollywood müzikali. Müzikallerle
arasının nasıl olması gerektiğini bilemeyen, elinde gürültülü Broadway adaptasyonları
ve Glee gibi nereye koyacağını bilemediği önekler olan bir nesle; pek muhtemel
müzikali yeniden -belki de sıfırdan- sevdirecek adam Chazelle. La La Land’in, çocukluğunu izleyerek
geçirdiği klasiklere bir hürmet bayrağı taşıdığını reddetmiyor. Filminin açılış
sekansında, “izleyiciyi neyle karşılaşacağına hazırlamak” amacıyla
yerleştirdiğini söylediği sürprizli, oldukça iddialı bir “müzikal numara”sı
var. Filminin üstünde çoğumuzun artık sadece “Anısına” kuşaklarında rastladığı Singing In The Rain, An American in Paris,
West Side Story gibi klasiklerin; üç saniyelik siyah beyaz kliplerde,
cızırtılı plaklarda kalan Fred Astaire’ların,
Ginger Rogers’ların, Miles Davis’lerin, Hoagy Carmichael’ların serptiği yıldız tozundan var.
La La Land,
içinde; yıldızlara doğru dans etme cesaretini bulan ve kendini müziğe bıraktığında
ayakları yerden kesilebilen hayalperestlerin filmi. Bir aşk filmi olduğu kadar
hayallerinin peşinde koşmanın, kendi ayakları üzerinde durmanın öyküsü; kimse
rol vermiyorsa kendi rolünü kendi yazanların, unutulmaya yüz tutan melodileri
tozlanmış plaklarda ölmeye bırakmayanların hikayesi. Ruhları belki 50’lere
hatta 30’lara kadar uçuşan kahramanları var; ama dibine kadar da bugüne ait.
Dertleri güncel, gerçeklikle bağlantısı asla kopuk değil. Sanki dışı incecik
bir porselenle kaplı gibi, en hüzünlü sekansında bile naifliğinden hiç bir şey kaybetmeyen;
zamanın insanın yüzüne gözüne yapışan tozu üzerinden kayıp giden bir film. Öyle
bir evren yaratıyor ki, zaman sanki geçmiyor, mevsimler asla güneşini
kaybetmiyor, saat sanki gün doğumunun o en şahane renk paletini sergilediği ana
sabitlenmiş gibi.

Film en küçük melodisiyle bile kulağınızdan sıcak sıcak
akıp kalbinize işleyen, aklınıza kazanıp çıkmayan ve çıkmasını istemediğiniz
şahane bir müzik filmi. Ama aynı zamanda sinematografik açıdan da bir şaheser.
Önceki filmlerinde de Chazelle ile çalışan Linus Sandgren “Melekler Şehri” Los Angeles’ı taşıyabileceği en güzel renkleriyle,
en naif dokusu ile, en “melek” haliyle beyaz perdeye getirmiş. Los Angeles’ın
insana sadece fiziksel olarak değil duygusal olarak da kuraklık hissi vermeden
edemeyen siluetini mucizevi biçimde masallara ait hale getirmiş. O meşhur
yamacı ünlü Hollywood tabelasını görmek için değil de, geceyi izleyip yıldızların
altında dans etmek için tırmanan aşıkların şehrini yaratmış bu şehirden. Yakın
zamanda – veya bir zamanda - yolu LA’e düşeceklere, uğramadan dönmek istemeyecekleri
mekanlar yaratmış. Griffith Observatory (Griffith Gözlemevi) gerçekte de şehrin
en büyüleyici lokasyonlarından biri, ama Tesla Bobini’ni, Foucault Sarkacı’nı,
Planetaryum’u bir daha bu kadar romantik görebilir misiniz emin değilim.
Emma Stone ve Ryan Gosling. Internetlerin, aralarındaki
kimya için yapmadığı benzetme bırakmadığı (Coca Cola ve Mentos örneğinde pes
ettim) modern zamanların birbirine en fazla yakışan ikililerinden. Crazy Stupid Love ve Gangster Squad’dan sonra üçüncü kez bir
araya gelen çift için “sadece üç mü? daha fazla değil miydi?” demekten
kurtulamıyorsunuz. Karşılıklı oynadıkları rolleri, paylaştıkları sahneleri
gerçek sayıları ile birkaç kez çarpan bir ekran kimyaları var. Ve La La Land’de sadece birbirlerine değil,
bu filme de çok yakıştıklarını kanıtlıyorlar. Salt performans odaklı bir
değerlendirmeyle en iyi ses rengine, en göz alıcı dans yeteneğine sahip
aktörler oldukları için değil. Kendileri gibi yüzlercesi, binlercesi arasından
sıyrılmak için çırpınan Mia ve Seb’in içini büyük bir gerçeklikle doldurdukları
için. Gosling’in piyano üzerinde büyük bir azimle gidip gelen parmakları,
Stone’un iddiasız fakat yumuşacık, hafif buğulu sesi; bazı rollerin büyük büyük
oynanmadan dimağlarda tatlı bir şarkı tadı bırakması gerektiğinin kanıtı gibi.
Aynen bütün güzel, bütün “büyülü” filmlerin; büyük büyük
hayat dersleri vermeden gerçek hayata ayna tutabilmesi, acımasız bir realizmle insanı
sınamadan hayallerle gerçekleri -bir yerlerde, muhakkak- buluşturabilmesi gibi.
La La Land'i izleyin. Beklemeden. Sinemada. Sinemanın hala bir büyüsü olduğu; ve onun gibi filmler bunu kanıtladığı için...