La La Land: Yıldızlar Şehri

La La Land: Yıldızlar Şehri
İllustrasyon: Chris Gash, The New Yorker.
Kış, İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış… Üstünden hangi mevsim akarsa aksın, güneşini kaybetmeyen bir şehir düşünün. Ve bir masal hayal edin; içinde ağırlığınız yokmuşçasına süzüldüğünüz. Bir yıldızın üzerinden diğerine zıplarken zamanın dünyevi anlamını kaybettiği, sonunda ayaklarınız hafifçe yere değdiğinde başınızın üzerine ipekten bir mutluluk haresi bulduğunuz.

City of StarsYıldızlar Şehri. Başka bir dünyada, La La Land’e pekala filmin alametifarikalarından olan bu iki buçuk dakikalık parçanın ismini de verebilirlerdi. Çok da iyi anlatırdı üstelik filmi.

Yıldızlar şehri
Parlıyorsun, peki sadece benim için mi?
Yıldızlar şehri
Görebildiğim o kadar çok şey var ki
Kim bilir...
Bu harika bir şeyin başlangıcı belki
Veya gerçekleşmeyecek bir başka hayalin

Ama La La Land. Ona verilen ismiyle bile tatlı bir şarkıyı mırıldanıyor gibi. Alice’in Wonderland’i misali, sadece Mia ve Sebastian’a ait olan bir Los Angeles’ın; kendi melodisini tutturan bir LA’in hikayesi.

Star-crossed lovers. Türkçe’ye talihsiz aşıklar olarak çevrilir. Sinema diline ise, belki pek az beyazperde aşkına kısmet olacak kadar isabetle, Mia ve Sebastian diye. Hayallerinin peşinden koşar adım ilerlerken ellerini birbirine kenetlenmiş buluveren bir müzisyen ile bir aktrisin; veya gökyüzünde milyonlarcası arasında kayacağı anı beklerken birbirlerine göz kırpan iki yalnız yıldızın hikayesi.


La La Land, pek çok sinema izleyicisini kalbinden vuran (şahsım adına beni olduğum yere mıhlayacak kadar çok etkilemiş, kelime anlamı ile nefessiz bırakmış) Whiplash’in yetenekli yönetmeni Damien Chazelle’in elinden çıkan bir yeni dönem Hollywood müzikali. Müzikallerle arasının nasıl olması gerektiğini bilemeyen, elinde gürültülü Broadway adaptasyonları ve Glee gibi nereye koyacağını bilemediği önekler olan bir nesle; pek muhtemel müzikali yeniden -belki de sıfırdan- sevdirecek adam Chazelle. La La Land’in, çocukluğunu izleyerek geçirdiği klasiklere bir hürmet bayrağı taşıdığını reddetmiyor. Filminin açılış sekansında, “izleyiciyi neyle karşılaşacağına hazırlamak” amacıyla yerleştirdiğini söylediği sürprizli, oldukça iddialı bir “müzikal numara”sı var. Filminin üstünde çoğumuzun artık sadece “Anısına” kuşaklarında rastladığı Singing In The Rain, An American in Paris, West Side Story gibi klasiklerin; üç saniyelik siyah beyaz kliplerde, cızırtılı plaklarda kalan Fred Astaire’ların, Ginger Rogers’ların, Miles Davis’lerin, Hoagy Carmichael’ların serptiği yıldız tozundan var.

La La Land, içinde; yıldızlara doğru dans etme cesaretini bulan ve kendini müziğe bıraktığında ayakları yerden kesilebilen hayalperestlerin filmi. Bir aşk filmi olduğu kadar hayallerinin peşinde koşmanın, kendi ayakları üzerinde durmanın öyküsü; kimse rol vermiyorsa kendi rolünü kendi yazanların, unutulmaya yüz tutan melodileri tozlanmış plaklarda ölmeye bırakmayanların hikayesi. Ruhları belki 50’lere hatta 30’lara kadar uçuşan kahramanları var; ama dibine kadar da bugüne ait. Dertleri güncel, gerçeklikle bağlantısı asla kopuk değil. Sanki dışı incecik bir porselenle kaplı gibi, en hüzünlü sekansında bile naifliğinden hiç bir şey kaybetmeyen; zamanın insanın yüzüne gözüne yapışan tozu üzerinden kayıp giden bir film. Öyle bir evren yaratıyor ki, zaman sanki geçmiyor, mevsimler asla güneşini kaybetmiyor, saat sanki gün doğumunun o en şahane renk paletini sergilediği ana sabitlenmiş gibi.


Film en küçük melodisiyle bile kulağınızdan sıcak sıcak akıp kalbinize işleyen, aklınıza kazanıp çıkmayan ve çıkmasını istemediğiniz şahane bir müzik filmi. Ama aynı zamanda sinematografik açıdan da bir şaheser. Önceki filmlerinde de Chazelle ile çalışan Linus Sandgren “Melekler Şehri” Los Angeles’ı taşıyabileceği en güzel renkleriyle, en naif dokusu ile, en “melek” haliyle beyaz perdeye getirmiş. Los Angeles’ın insana sadece fiziksel olarak değil duygusal olarak da kuraklık hissi vermeden edemeyen siluetini mucizevi biçimde masallara ait hale getirmiş. O meşhur yamacı ünlü Hollywood tabelasını görmek için değil de, geceyi izleyip yıldızların altında dans etmek için tırmanan aşıkların şehrini yaratmış bu şehirden. Yakın zamanda – veya bir zamanda - yolu LA’e düşeceklere, uğramadan dönmek istemeyecekleri mekanlar yaratmış. Griffith Observatory (Griffith Gözlemevi) gerçekte de şehrin en büyüleyici lokasyonlarından biri, ama Tesla Bobini’ni, Foucault Sarkacı’nı, Planetaryum’u bir daha bu kadar romantik görebilir misiniz emin değilim.

Emma Stone ve Ryan Gosling. Internetlerin, aralarındaki kimya için yapmadığı benzetme bırakmadığı (Coca Cola ve Mentos örneğinde pes ettim) modern zamanların birbirine en fazla yakışan ikililerinden. Crazy Stupid Love ve Gangster Squad’dan sonra üçüncü kez bir araya gelen çift için “sadece üç mü? daha fazla değil miydi?” demekten kurtulamıyorsunuz. Karşılıklı oynadıkları rolleri, paylaştıkları sahneleri gerçek sayıları ile birkaç kez çarpan bir ekran kimyaları var. Ve La La Land’de sadece birbirlerine değil, bu filme de çok yakıştıklarını kanıtlıyorlar. Salt performans odaklı bir değerlendirmeyle en iyi ses rengine, en göz alıcı dans yeteneğine sahip aktörler oldukları için değil. Kendileri gibi yüzlercesi, binlercesi arasından sıyrılmak için çırpınan Mia ve Seb’in içini büyük bir gerçeklikle doldurdukları için. Gosling’in piyano üzerinde büyük bir azimle gidip gelen parmakları, Stone’un iddiasız fakat yumuşacık, hafif buğulu sesi; bazı rollerin büyük büyük oynanmadan dimağlarda tatlı bir şarkı tadı bırakması gerektiğinin kanıtı gibi.

Aynen bütün güzel, bütün “büyülü” filmlerin; büyük büyük hayat dersleri vermeden gerçek hayata ayna tutabilmesi, acımasız bir realizmle insanı sınamadan hayallerle gerçekleri -bir yerlerde, muhakkak- buluşturabilmesi gibi.

La La Land'i izleyin. Beklemeden. Sinemada. Sinemanın hala bir büyüsü olduğu; ve onun gibi filmler bunu kanıtladığı için...
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER