İtiraf etmek gerekirse Vatanım
Sensin başlamadan önce çok da ilgimi çeken ve beni sabırsızlandıran bir dizi
değildi. Yayın tarihini öğrenip, bir an önce başlasın diye dört gözle
beklememiş, hatta ilk bölüm akşamında tesadüfen denk gelmiştim. Ve sanırım
yalnızca Halit Ergenç acaba yine neler yaptı merakından daha fazlası da yoktu
içimde. Ama ne kadar yanıldığımı, kafamda kurduğum o fazlasıyla drama gömülmüş,
kasvetli, tek derdi insanları ağlatmakmış gibi duran yola sapmadıklarını fark edip
sevinmem hiç de uzun sürmedi. Elbette geçtiği dönemden dolayı üzerine sinmiş
hüzünlü bir havası vardı ancak umulmadık hamleleri, olayları çekiştirip
sündürerek değil hep bir adım sonrası için özenle zemin oluşturmasıyla "Biz çok güzel bir iş yaptık, görüyor musunuz?"
diye bağırıyordu sanki.
Ve aradan geçen haftalar sonrasında
hala sağlam kurgusundan, heyecanından, sıradan bir yemek masasında bile
tansiyonu birden yükseltebilecek temposundan, bir şey kaybetmemiş olması da gerçekten
alkışlanası. Tabii geçen hafta bunların yanı sıra öyle bir şey yaptı ki… İşte o
an Vatanım Sensin’e hayran olmamak artık imkansızdı. 10 Kasım’ın takvimin diğer
herhangi bir gününden ayrılan yanının, yalnızca hüzün olmadığını, bir milletin
yüreğine işlemiş sevgiden, minnettarlıktan, içini yakan özlemden ilerini
geldiğini olabilecek en naif biçimde hatırlattı. Çok uzun süre sonra ekran
karşında gözlerim dolarken, bir yanda da coşkulu ve gururluydum. Bize böyle bir an
hediye ettiği için ne kadar tebrik etsek azdır.
Hikayesine ve bu hikayeyi
anlatış tarzına övgüler düzüp de oyunculuklarını atlamak olmaz. Halit Ergenç
şahane anlar çıkarıp sesiyle, bakışlarıyla bile yıldızlaşırken, diğerlerinin de
ondan aşağı kalır yanı yok. İlk kez bu kadar ağır yükün altına giren Miray
Daner’den, yılların ustası Celile Toyon’a kadar (Ki hamam sahnelerindeki
doğallığı ve rahatlığıyla böyle olur usta oyuncu dedirtmesini bilmiştir.) hemen
hemen herkes döktürüyor. Azize’yi yine çok güzel benimseyen ve hayata geçiren
Bergüzar Korel’e de makyaja -olması gerekenden daha fazla- ihtiyaç duymadan
kamera karşısına geçtiği için ayrı bir teşekkürüm var. Başında bin türlü dert
dolaşan cefakar anne veya kendi halinde yaşayan genç bir kız da olsalar,
rolünün gereğini umursamadan kuliste sırasını bekleyen bir şarkıcıymış gibi
yüzünde patlak sahne makyajıyla dolaşan kadın oyuncuların kendilerine pay
biçmesini dilerim.
Bunca güzelliğin arasında, hiç
mi kusur yok peki? Açıkçası bana kalırsa Ali Kemal ve Yıldız’ın içine düştüğü sarmal
maalesef ki böyle bir dizi için fazla yüzeysel ve iki saatlik uzun maratonda
her seferinde ekran başından uzaklaştırıp, insanın ilgisini dağıtacak dakikalar
oluyor. Oysa ben Ali Kemal’in, Azize ve Cevdet’in öz oğlu olmadığı ortaya
çıktığında çok daha farklı çatışmalar yaşanacağını düşünmüştüm. Ali Kemal’in
yabancı ve hatta Osmanlı’nın savaş halinde olduğu bir köyde bulunduğunu
varsayıp, dizinin adına yaraşır bir vatan sorgulamasına gitmesini, "Ailemi öldüren Osmanlı mı yoksa beni
Osmanlı’dan kurtaran babam mı?" ikilemine düşmesini bekledim. Ancak tekrar
izlediğimde bunun tam açıklığa kavuşmadığını, bir Türk köyünde de Cevdet’in onu
bulma ihtimalinin olduğunu fark ettim. Son bölümde bu konu biraz daha açıklığa
kavuşmuş ve olması gerektiği gibi Ali Kemal ailesinin, akrabalarının peşine
düşmek istemiş olsa da Cevdet’in tam anlamıyla doğruyu söyleyip söylemediğine
emin olamıyorum. Yine de Yıldız ile yaşayacağı olaylardan çok daha fazla merak
edip, bekliyorum.
Yıldız’a gelirsek -sanki böyle
bir karakter dizide hiç yokmuş gibi yapmayı fazlasıyla istememe rağmen- nereden
nasıl başlasam bilemiyorum. Evet, bazı insanlar bazı durumlarda güçlü kalabilmek
için içinde bulunduğu zorlukları inkar edebilir, kendini bile isteye
kandırabilir. Ancak bunun da bir sınırı, bir patlama noktası vardır ve
olmalıdır diye düşünüyorum. Milli mücadele döneminde yaşayıp, etrafında olan
bitene bu denli kayıtsız kalmasını, üstelik bir de kendi -öz- kardeşi ve
babaannesi ölümün kıyısından dönmüş, nefret kusan tüm gözler ailesi üzerine
çevrilmişken, yaşadıkları tehlikeleri Yunan konağına taşınması için büyük bir
mucize olarak karşılamasını artık aşırı buluyorum. "Olmaz Hristo, Rütbeli çok kızar, söz verdin Rütbeli'ye." dedikçe
gözümün önünde yaşlı bir Dobby* canlanmasına neden olan Eftalya’nın babası
Hristo’yu dahi ondan daha gerçekçi bir karakter olarak görüyorum.Yunan
komutanın eşi Veronika gibi çok katmanlı, merak uyandırıcı bir karakteri
çıkaran, yemek masasında silah sesi duyulduğunda alt kattaki babaanneyi
unutmayacak kadar titiz çalışan kalemlerden, Yıldız içinde Z kuşağının atası
gibi dolanmasından çok daha fazlasını beklemenin haksızlık olmadığını
rahatlıkla söyleyebiliriz sanırım. Yoksa böyle vurdumduymaz, bencil ve konfor
düşkünü olduğu sürece seyirciyle yıldızının barışması çok da yüksek şansa sahip
değil.
Yazı devam ediyor...