Hayatta en çok etkilendiğim
olayların başında 2012 yılında bir adamın uzaydan dünyaya atlaması var. Bizim
akşam yemeği yiyip üstüne çay içtiğimiz sürede ve hatta onunla aynı sırada,
Felix Baumgartner uzaydan dünyaya atladı, sonra da bu her gün yapılan bir
şeymiş gibi kalktı evine gitti. Onu izlerken hayatta peşine düştüğüm, daha da
kötüsü düşemediğim şeylerden ötürü kendimi çok çaresiz hissetmiştim ama bir o
kadar da özgürleşmiş gibiydim. Uzaydan dünyaya atlanabilen bir çağda yaşıyorduk
ve hala kendimizi önemseyebileceğimizi sanıyorsak bu bizim hatamızdı,
sanmamalıydık. Kendimizi dünyanın tepesinde görüp bize benzemeyen ne varsa
dışlayabileceğimize inanıyorsak bu bizim en büyük aptallığımızdı,
yapmamalıydık.
Ne yazık ki 2012 yılından bu yana
dünya iyiye gitmedi. Üzerinde yaşadığımız gezegenin yuvarlak olduğunu söylemek
için ölüm tehditlerini göze almak gereken zamanlardan uzayda cirit atmamıza
kadar geçen yüzlerce yılda teknoloji aldı yürüdü ama insanlık bir parça
ilerlemedi. En gelişmiş olduğuna inandığımız, ‘filmlerde hep öyle gördüğümüz’
topraklarda bile bir seçimle anladık ki kimse kendisinden başkasını istemezmiş,
isteyeni sevmezmiş. Politik bir doğruculuk peşinde itiraf edilmese de komşusu
komşusundan nefret edermiş. En ‘medeni’sinde durum buysa, kalanlardan
bahsetmeye bile gerek yok zaten.
Nefret ve öfkenin bu kadar
popüler olduğu bu zamanlarda içimi en çok ferahlatan konu bu sefer de Mars’a
planlanan yolculuk. 20 yıldan bile yakın bir zamanda bir grup insanın evrenin
hiç bilinmeyen yerlerine gidecek ve bir gün belki orada bildiğin yaşayacak olması
müthiş heyecan verici. Ülkelere böldüğümüz, yarım saat mesafedeki topraklara
geçmeye çalışırken denizlerde insanların öldüğü bir dünyayı o kadar acıklı
şekilde kanıksadık ki, her şeyi baştan yapsak belki gider yine aynısını yaparız
ama işte belki de yapmayız ve bu ihtimal bile günümü aydınlatmaya yetiyor. Nat
Geo’nun 13 Kasım’da tüm dünyada aynı anda yayınlanacak belgeseli Mars’ı da bu
heyecanla bekliyorum. İyi seyirler ve yaşanacak bir gezegen dilerim.