Babasını çok seven bir kız çocuğu
olarak baba kız hikayelerini izlemeyi severim. Yılmaz Erdoğan filmlerini
izlemeyi de. İkisini birleştiren Ekşi Elmalar filmini izlemek de bunun için benim
açımdan kaçınılmazdı. Tahminlerimde yanılmamışım, size konusunu ne şekilde
anlatırlarsa anlatsınlar, benim için bu film bir baba ve kızlarının
hikayesidir.
Film; anlattığı dönem, öykünün
geçtiği yer, şahane görüntüler ve müzikleriyle, fragmanını ilk izlediğimde
herkes gibi bende de “Yeni bir ‘Vizontele’
mi geliyor?” sorusunu uyandırmıştı. Bunu yermek için söylemiyorum, aksine çok
sevdiğim bir filmle görsel olarak benzerlik kurmuş ve aynı tadı başka bir film
ve karakterlerle de alabilir miyim diye heveslenmiştim ama almadım. İyi ki de almadım.
Bana göre bu filmin nevi şahsına
münhasır, çok güzel bir tadı vardı. Bunca benzerliğine rağmen daha farklı bir tat
vermiş olmasını da, en az aldığım bu tat kadar sevdim. Çünkü bence başı sonu belli bir
hikayeden çok bir “hayat” anlatıyor bu film. Uzun bir zaman dilimini ele aldığı
için karakterlerin hayatlarındaki, tavırlarındaki değişimlere tanıklık etmek
de, bu “gerçek hayata” ortak olma hissini pekiştiriyor. Beni gerçekçiliğine en
çok inandıransa Farah Zeynep Abdullah oldu. Başından sonuna kadar, orada
yetişmiş bir kızı içtenlikle canlandırsa da, özellikle filmin sonlarına doğru,
oynadığı Muazzez karakterinin giyimi, saçı ve davranışlarıyla bana anında “Aa
bu bizim Rezzan Abla!” dedirtti. Öylesine sahici geldi yani.
Bu film doyasıya kahkahalar
attırmadı belki bana ama zaten beklentim de bu değildi. Daha çok diyaloglar
üzerinden ilerleyen komiklikler mevcuttu ki ben böylesini seviyorum, o açıdan
tatmin oldum diyebilirim. Öte yandan hüngür hüngür ağlatma çabası içinde de
değildi. “O acıyı da verelim, biraz da bu acıdan koyalım da az daha ağla!” diye
ısrarla dürtüklemekten ziyade, sadece içinizde bir yerlere dokunuyordu.
Dokunduğu yerde yaranız varsa canınız acıyor ve o can acısıyla usulca gözyaşı döküyorsunuz.
O yüzden “acıklı” bir film değil bence, tek kelimeyle ifade et derseniz
“dokunaklı” diyebilirim.
Filmin sonunu söylemeyeceğim
elbette ama salondan çıktıktan sonra babam bana şöyle bir soru yöneltti; şimdi
bu son sahne hayal miydi, gerçek miydi? İnanır mısınız, o bu soruyu sorana
kadar hiç böyle bir tereddüde düşmemiştim. Hani bazen aklınıza bir sahnenin hayal
veya rüya olma ihtimali takılır ama siz onun gerçek olduğuna inanmayı tercih
edersiniz ya, benimki öyle bir şey değildi işte. Ben böyle bir ikileme hiç
düşmedim bile, çünkü beni öylesine inandırdılar bu hikayeye. O yüzden de
adındaki elmalardan yemişim gibi ağzımda buruk bir tat ve elimde mendille ayrıldım
salondan.