Korku en temel güdülerimizden biri. Kendimizi korumamızı, hayatta kalmamızı
sağladığı için de en önemlilerinden aynı zamanda. Peki, korunma ya da hayatta kalma
güdümüzle ilgili olmadığı halde neden korku filmi izliyoruz? Korkacağımızı bile
bile neden bir şey izleyelim yani? Bu sorular korku filmi izleyebilenler için
geçerli elbette. Büyük bir çoğunluğumuz izlemeyi reddediyor. Oysa korku
filmlerinin Pazar payına bakacak olursak bir o kadarımız da izliyor. Bile bile.
Bu işin çeşit mekanizması olduğu çok açık. Korkuyla yüzleşme, arınma hissi ya
da bir çeşit hastalıklı zevk alma durumu? Hangisi bilmiyorum. Belki de hepsi
birden. Pazar çok büyük olunca korku filmi sayısı da çok haliyle. Birçoğu B-sınıfı
olarak adlandırabileceğimiz türden filmler. Teen slasher dediğimiz bir grup
gencin sırayla öldüğü filmler de sayıca fazla. Eski klasiklerin yeniden
çevrimleri, bilimkurgu-korku / komedi-korku gibi türleri harmanlayanlar gibi
sürüyle de alt türü var korku sinemasının. Bizler gibi işi gereği ya da türü
sevdiği için çok fazla sayıda korku filmi izleyenlerinse şöyle bir genel sıkıntısı
var: Artık korku filmlerinden korkamamak. Paranormal Activity serisinin hemen
tüm filmlerinde sıkıntıdan uyumuştum örneğin. Teksas Katliamı’nı ise “offf adamın
kolu ne biçim koptu” diye gülerek izlediğimi hatırlıyorum. Üniversitede aldığım
sinema derslerinden birinde şöyle öğretmişlerdi: “Primal fear” dediğimiz temel
korkularımız var. En çok bunlardan korkuyoruz. Başta ölüm olmak üzere karanlık,
yüksek ve ani ses, baş edemediğimiz doğa olayları, böcekler, boğulmak, yanmak
ve benzeri şeyler. Bunlar insanlık tarihinin başından beri var olan ve aşamadığımız;
kimi evrimsel kimi de çözümsüz olduğu için hâlâ hayatımızda yeri olan korkular.
Bunlara bir de ölüm korkusundan doğan ve yine ölüm korkusunu kullanarak bir
korku motifi haline gelen dini ögeler ekleniyor. İşte bu saydıklarımızın
üzerine doğru şekilde gidebilen korku filmleri diğerlerinden her zaman daha
başarılı, her zaman bir adım önde oluyorlar.

Vera Farmiga & Patrick Wilson yine gayet uyumlu
Bu uzunca girizgâhın ardından gelelim yazının konusu olan The Conjuring
2 / Korku Seansı 2 filmine. Merakla beklediğimiz, ilk filmi epeyce beğendiğimiz
için ve yönetmeni James Wan’a olan güvenimiz yüzünden beklentilerimiz yüksek
tuttuğumuz The Conjuring 2’nin bizi pek de hayal kırıklığına uğratmadığını
söyleyerek başlayalım söze. Paranormal olayları araştıran Ed ve Lorraine Warren
çiftinin araştırmaları sırasında şahit oldukları olayları izliyoruz bir kez
daha. Bu kez 1977 yılında İngiltere’de yaşanan ve tarihe “İngiltere’nin
Amiytville’i” olarak geçen bir hayalet-iblis vakasıyla karşı karşıyayız.
Amityville’de yaşadıklarından çok etkilenen ve bir süre yeni vakalar almak
istemeyen Lorraine, kocası Ed’le ilgili görülerinden dolayı huzursuzdur. Bu
esnada İngiltere’de bir eve ve evin küçük kızı Janet’e musallat olan bir
hayalet ortaya çıkar. Olay televizyonlara yansıyıp çok ilgi çekince kilise Ed
ve Lorraine’den yardım ister ve olayın gerçek olup olmadığını öğrenmek için
onları İngiltere’ye yollar. Filmimiz de tarihte en çok belgelenen paranormal
olay olan bu vakanın gelişimini ve çözüm sürecini anlatır. Hayatları kâbusa
dönen bir aile, hayatlarının kâbuslarla dolu olmasına alışmış bir diğer aile
tarafından kurtarılmaya çalışılır. Hikâyeyle ilgili başka detay vermeyip
sürpriz bozana sebep olmayalım.

Evden kovan hayalet
The Conjuring 2 bir devam filmi olduğu için ister istemez ilk filmle
karşılaştırılıyor. İlk filmin orijinal ve doğal yapısını bu filmde göremiyoruz
maalesef. Bu hem Ed ve Lorraine ile çoktan tanışmamızla hem de senaryonun korku
filmi klişelerine ilk filme oranla daha fazla tutunmasıyla ilgili. Üstelik ilk
filmdeki aileyle buradaki aile arasında da (özellikle anne karakterinde) farklılıklar
var. İngiliz ailemizdeki eksik baba figürünün Amerika’dan gelen kurtarıcı Ed
ile tamamlanması biraz rahatsız edici bir söylem. Aile birliğini koruyup
kollamak ve iyi birer Hıristiyan olmak her zamanki gibi bizi tüm musibetlerden
koruyan faktörler. Gerçi yazının başında belirttiğimiz gibi ölüm korkumuz ve
buna bağlı olarak dini motiflerin birer korku ögesi oluşu türün temel direklerinden.
Ölümden sonra mutlaka bir şeyler olduğuna inanmaya olan ihtiyacımız hayaletleri
bile gerçek kılabilecek kadar güçlü. James Wan bunu çok iyi bilen ve yerli
yerinde kullanan bir yönetmen.

Aynadan görünenler
Senaryosundaki bahsettiğimiz sıkıntılar ve korkutmak için sırtını biraz
fazlaca özel efektlere bağlamış olmasını bir yana bırakırsak The Conjuring
2’nin en büyük gücü ve bu sıkıntılara rağmen gayet başarılı bir film olmasının
sebebi muazzam yönetmenliği. James Wan Saw / Testere ile başladığı bu işi öyle
iyi devam ettiriyor ki filmi birlikte izlediğimiz çoğu sinema yazarı aynı
görüşte birleştik: Bundan böyle bütün korku filmlerini “James Wan çeksin.” Bu
tür filmlerde görmeye alışkın olmadığımız bir sanat ve görüntü yönetmenliği
kalitesine sahip The Conjuring 2. İnanılmaz bir renk kullanımı var filmde örneğin.
Kamera açıları muhteşem. Wan’ın öyle iyi bir gözü var ve bize öyle yerlerden
izletiyor ki hikâyeyi hayran olmamak mümkün değil. Dönem Amerika’sı ve İngiltere’si,
kostümler, mekânların tasarımı, kullanılan objeler, küçük detaylar o kadar
başarılı ki. Yüksek bir ses duyacağımızı, aynada bir şey göreceğimizi,
omuzumuzda bir el hissedeceğimizi biliyoruz. Bunu saklamıyor yönetmen. Ama bu
sahneleri gayet başarılı kurguladığı için bilmemize rağmen korkuyoruz. Bu
filmde saklamamayı, göstererek korkutmayı daha çok tercih etmiş. Belki de filmi
kendinden önceki James Wan filmlerinin gerisine atan detay da tam olarak bu.
Ancak ne olursa olsun karşımızda son derece başarılı bir korku filmi ve sinema
sanatı adına çok güzel şeyler var. İzleyebilecek olanlar, ben korku filminden
korkmam, cesurum, o kocaman karanlık salonda oturur ve nefesimi tutarım
diyenler kaçırmasın. İyi seyirler.