Bu hafta vizyona girecek, gösterildiği
festivallerden ödüller ve övgülerle dönen Ana Yurdu, Senem Tüzen’in ilk uzun
metrajlı filmi. Senaryosu da Tüzen’e ait olan filmin başrollerinde Esra Bezen
Bilgin ve Nihal Koldaş’ı izliyoruz. İşinden ve eşinden ayrılan Nesrin, hem
yaşadıklarını ardında bırakmak ve kafa dinlemek hem de yazmaya başladığı roman
üzerinde çalışmak için memleketine gider. Anadolu’daki herhangi bir kasabaya
benzeyen bu yerde yakın zamanda kaybettiği anneannesinin evinde kalmayı planlamıştır.
Zor da olsa bu dileğine kavuşur, eve yerleşir ve çalışmaya başlar. Durumundan
endişe eden annesi sürekli Nesrin’i aramakta, yanına gelmek istemektedir.
Annesine göre Nesrin’in yardıma ihtiyacı vardır ve kendisi olmadan bu sıkıntılı
sürece atlatamayacaktır. Nesrin ne yapsa olmaz, annesini bir türlü ikna edemez
ve sonunda Halise annemiz de kasabaya gelir. Anne-kız aynı evin içine girdiği
anda başlayan gerilim film bitene kadar peşimizi hiç bırakmaz. Eski defterler
açılır, pişmanlıklar, kırgınlıklar, suçluluk duygusu, itiraflar, itiraf
edilemeyenler, ne varsa birer birer ortaya dökülür. Nesrin’in uzaklara yapmaya
çalıştığı bu yolculuk aslında kendi içine dönüşüdür; filmi izledikçe ve
karakterle tanıştıkça anlarız bunu. Böyle bir yolculuk için en doğru rota anne
yanı, onun yurdu, onun gölgesidir belki de.

Kabusa dönüşen anne-kız ilişkisi
İki kadının öyküsünü anlatılıyor bize ama gerek konuşulanlardan, gerek
paylaşılan anılardan ve duvarlardaki fotoğraflardan artık bu dünyadaki fiziki
varlığı sona ermiş anneanneyi de hep yanı başımızda hissediyoruz film boyunca.
3 kuşak kadın var karşımızda. Ancak bu 3 kuşak içinde 1. olanı sadece basit bir
kadın figürü, anılarda kalan tonton bir teyzeden çok daha fazlası: Kendinden
sonra gelen kuşakları baskılayan, örseleyen, yönlendiren ve istediği kalıba
sokmaya çalışan bir zihniyetin temsilcisi adeta. O zihniyetin adı da belli;
hadi onu da yazalım: Patriyarka. Kadınları dahi erkek egemen düzenin sözcüsü
haline getiren bu baskı sadece anneannenin hayalet gibi ortalıkta dolaşmasıyla
değil Halise’nin kızı Nesrin’e olan davranışlarıyla da filmin hikâyesine yön
veriyor. Kutsal evlilik bağını yıkan, çocuk sahibi olmayan, hatta kürtaj olarak
bunu bilinçli şekilde engelleyen Nesrin, annesinin “Kızım seni çok seviyorum
ama…” lı cümleleriyle şeytanın dünyada vücut bulmuş haline dönüşüyor. Kendisi
de okumuş ve çalışmış bir kadın olmasına rağmen geçmişinden getirdiği bağnazlıktan
kopamamış anne karakteri kızına yardımcı olmaya çalıştığını düşünürken beynine
yerleşen örümcek ağlarıyla onu yerle yeksan ediyor aslında.

Yüzleşmek kolay değil
Doğası gereği zaten çatışmalı bir hali olan anne-kız ilişkisi Ana
Yurdu’nda karakterleri içine hapseden karanlık bir zindana dönüşüyor film
boyunca. Buna en çok katkı sağlayan da Anadolu’nun küçük köylerinde, kasabalarında
insanları, en çok da kadınları baskı altına almaya çalışan din faktörü. Kendi
kötülüklerimize, olmamışlıklarımıza, hazmedemediklerimize kılıf uydururken sıkça
kullandığımız din ögesi Ana Yurdu’nda da Nesrin’i yabancı, öteki, kötü kılmakta
en çok yardım alınan şey durumunda. Romanını yazabilmesi için, rahatlayıp iç
huzura kavuşabilmesi için annesi tarafından sürekli namaz kılmaya, abdest
almaya teşvik edilen Nesrin tam tersine giderek kirlenerek, deliliğin sınırında
gezen aklını tamamen serbest bırakarak kaçıyor. Sevgi ve şefkatle var olmak
yerine kendine dayatılanı yaşamak ve yaşatmak derdine düşen, ele güne karşı
diyerek nefes alan zehirleyici ilişkiler zinciri, filmde izlediğimiz kadınları
ve tüm kasabayı etkisine almış durumda. Nesrin buna başkaldırmayı seçiyor.
Filmin kimi izleyenler tarafından sert bulunan finali de bu başkaldırının
manifestosu gibi adeta.
Kadın yönetmenler filmlerinden “Kadın filmi” olarak bahsedilmesinden son
derece rahatsızlar. Ki bunda da sonuna kadar haklılar. Erkek yönetmenlerin
çektikleri filmlerden bahsederken bu cinsiyet vurgusunu yapmıyoruz zira. Hayatın
her alanında olduğu gibi sinema da erkek egemen bir olgu maalesef hali hazırda.
Sinemayı, değer her şeyle birlikte elbette, bu egemenlikten ve yarattığı baskıdan
kurtardıkça dilimiz de değişecek, düşüncelerimiz de. Filme bir kadın filmi
demeyeceğim tabii ki ancak Ana Yurdu gerçekten de ancak bir kadının çekebileceği,
gözlemleyebileceği, yazıya ve perdeye aktarabileceği netlikte ve doğrulukta bir
film olmuş kanımca. Derdini dümdüz, lafı hiç dolandırmadan anlatan; dolambaçlı
yollara sapmadığı için de son derece sert olan bir film var karşımızda. İki
başrol oyuncusunun da kusursuz performanslar sergilediği bu cesur film için
Senem Tüzen’i ne kadar tebrik etsek az. Böyle bir filmi böyle zamanlarda
çekebilmek gerçekten alkışı hak eden bir çaba. Az sayıda salonda, kısa süre
için vizyonda kalacaktır tahminimce. Herkesin ama özellikle de kadınların
mutlaka görmesi gereken bir film.
İyi seyirler.