Antabus, alkol tedavisinde kullanılan ilacın adı. Bu kez
ilaçtan çok farklı bir yönü ile çıkıyor karşımıza. Antabus, sanat
yönetmenliğini Erdal Beşikçioğlu’nun, yönetmenliğini ise İlham Yazar’ın
yaptığı, Seray Şahiner’in aynı isimdeki kitabından uyarlanan tiyatro oyunu.
Kahramanımız ( lafın gelişi değil, gerçekten kahraman) Leyla Taşçı’yı ise Nihal
Yalçın oynuyor.
Tatbikat Sahnesi’nin karanlık ve farklı dekorlarına, oturma
düzenine alışkın olmayanlar biraz tedirgin oyunun başında. Koltuklarda
numaralar yok, istediğiniz yere oturabiliyorsunuz. Haklı olarak
endişeleniyorsunuz, “Ya göremezsek Nihal
Yalçın’ı ?” diye. Tabi o an için seyircinin tek derdi, Nihal Yalçın’ı görmek,
çünkü daha Leyla Taşçı ile tanışmadılar.
Hikaye ise çok tanıdık hatta maalesef ki
“sıradanlaştırılanlardan”. Bin bir hevesle İstanbul’a göç eden ailenin, kızları Leyla’nın yaşadıklarına daha
doğrusu “yaşayamadıklarına” şahit oluyorsunuz. Oyunu izlerken duygulanma, acıma
ve utanma duyguları arasında gelgitler yaşıyorsunuz. Ve Nihal Yalçın’ı alkışlarken bile aslında ne
kadar çaresiz kaldığınızı düşünüyorsunuz. Leyla’nın yaşadıkları kadar vahim
olmasa da benzer olayları, ötekileştirilmeyi, kadın olduğum içinde
kalıplaştırılmayı ben de yaşadım muhtemelen siz de. İşte bu nedenle hepimizden
bir parça görüyoruz, ondandır ki bu kadar içimize işliyor. “ Belki biz ona göre
biraz daha şanslıydık” diyorsunuz, şansınızdan utanır halde. Hikayesi her ne
kadar tanıdık olsa da aynı zamanda bir derdi olan, politik bir oyun var
karşımızda. Erkek egemen toplumda şiddetin, tecavüzün nasıl meşru kılındığına
acı kahkahalarınızla eşlik ediyorsunuz. Tecavüze uğramasından sorumlu
tutulan, mal gibi satılan, çocuğuna
yapacağı en iyi anneliğin onu hiç doğurmamak olduğunu düşünecek kadar çaresiz
bir kadın izliyoruz.
Leyla haklı isyanı ile başlıyor oyununa. “Ben hepinizin
bildiği üçüncü sayfada şöyle bir baktığınız, hatta merhametiniz sağ olsun
acıdığınız kadınlardan biriyim” diyor. Hatta annesinden, babasından, abisinden,
tecavüzcüsünden, kocasından sonra bizi suçluyor. Evet, hepimizi. Çünkü biz
tıpkı o sahnede Leyla’yı izlediğimiz gibi gerçekte de seyirci kalıyoruz.
Sahne düzeni ile ilgili birkaç şey daha eklemek istiyorum.
Numaralı oturma düzeninin olmadığını başta belirtmiştim ki bu asla bir sorun
oluşturmuyor, hatta tam aksi acayip şekilde oyunun içinde oluyorsunuz. Leyla’nın bir adım ötemde, gözümün içine bakıp isyan ederken benim de
göz yaşlarımın akmasının en büyük nedeni sanırım bu. Leyla sahne de bir o yana bir bu yana
koştururken ben de dönen sandalyemle onun hikayesinde savruluyordum.
Dikkat ettiyseniz bahsederken hep Leyla dedim. Çünkü, Nihal
Yalçın oyun sonunda sarılıp, bir buket çiçek alarak belki de hayatındaki ilk
kahkahasını attırmak istediğim Leyla idi. İzlediğim her Nihal Yalçın farklı ve
keyifli ancak Leyla bambaşkaydı. Nihal Yalçın, Leyla kostümünde sevimli
sevimli yanaşıp, öyle okkalı bir tokat atıyor ki sormayın gitsin! İzlediklerinizden dolayı huzursuzsunuz. Fakat ne yazık ki şaşırmıyorsunuz
anlattıklarına, sadece rahatsız oluyorsunuz. Lütfen ne yaparsanız yapın, zaman
yaratın ve siz de o tokadı yiyin. Öyle
bir etkileniyorsunuz ki kafası biraz geç geliyor, o nedenle ben de hemen
başlayamadım yazıya. Bu arada izlerken ağladım dedim ya aynı zamanda bolca
güldüm de. Hani halinize acısanız da gülersiniz ya o türden attım ben de
kahkahamı. Acı acı kahkaha atıyorsunuz izlerken.
Oyunun bu yönü olmasaydı, çok daha tramvatik sonuçlanabilirdi. Ama insan
acısına bile gülerek güçlü kalıyor, diyerek çıktım bu işin içinden.
Didem Madak’ın dediği gibi “Bütün kadınlar savaşçıdır.” Son
zamanlarda izlediğim en güzel, en naif, en cesur savaşçı Nihal Yalçın’dı.
Kocaman bir “iyi ki” kendisine. "Evlat oldum, kardeş oldum, eş oldum, anne oldum. Kendimden başka her şey oldum." diyen bütün Leyla'lara seyirci kalmamak dileği ile.
Not; Annemin "tek başına o saatte dönme" uyarılarına rağmen
yalnız gittim oyuna. Hiç garip değildir
ki, sahnede Antabus’u izleyip, salondan çıktıktan sonra yolda laf yedim, arkamdan gelen biri var mı diye kontrol ettim iki adımda bir. Ne de olsa suçum büyüktü, kadın
başıma yürüyordum! Bu arada benim de seyircilerim vardı. Tabii yine “seyirci” kalmanın verdiği mahcubiyetle
birlikte.